Her şey kırmızı bir mobiletle başladı…
Serin bir yaz sabahının mis gibi çimen kokusuna uyandı küçük çocuk. Kendini bildi bileli ailece yazlarını geçirdikleri çiftlik evinin sundurmasındaydı.
Çiftlik evi dediği de bir oda ve önünde bir sundurmaydı zaten. Öyle ya, yaz dediğin mevsimde bir çatı altına sadece geceleri uyumak için ihtiyaç vardı. Onun dışında bütün gün zaten tarlada çalışarak, hayvanları otlatarak bir de arada dinlenmek için çiftlik evinin önündeki çam ağacının altında çizgi roman, gazete ya da kitap okuyarak geçerdi.
Doksanların başıydı…
Henüz ovaya elektrik gelmemişti…
Ama kitaplar gelmişti!
Onlar her yere gidebilirdi küçük çocukla. Ne mutluydu ona!
Yataktan kalktı küçük çocuk. Sundurmanın tahta kapısını açtı ve sarının en güzel tonuna çalan sabah güneşine döndü yüzünü gülümseyerek. Tulumbanın başına gitti ve serin artezyen suyuyla yüzünü yıkadı. Hem yüzünü yıkıyor hem de tulumbadan akan suya koşuşturan ördek yavrularını seyrediyordu. Ördek yavrularının akan suyla neşelendiklerini görünce bir süre daha tulumbadan su çekerek onların neşesine neşe kattı. Avucuna su alıp o da ördeklerin üzerine atmaya ve onlarla birlikte eğlenmeye başladı.
“Hadi oğlum, kahvaltını et. Baban ineklerin sağımını bitirmeden doyur karnını!” diye seslendi annesi. “Tamam anne!” dedi küçük çocuk ve ardından çam ağacının altında, sabah güneşinin neon ışıklarıyla aydınlattığı, kahvaltı masasına oturdu. “Neon ışık” kelimesini de geçen gün okuduğu bir gazetede öğrendiğinden beri çok sevmişti. Çocuk gözleri öyle görür olmaya başlamıştı sabah güneşinin masadaki yansımasını.
Sabah annesinin bahçeden topladığı biber, domates, salatalıklarla birlikte yumurtasını ve en sevdiği şeyi yani peyniri de büyük bir iştahla bir çırpıda indirmişti mideye çam ağacının altında.
Bu kısacık zamanda gerçekleşen sabah seremonisinin ardından çalışma saatleri başladı. Sağımı biten inekleri ahırdan çıkarıp otlağa götürdü. İçlerinde en sevdiği Ajda(*) idi. Ajda, siyah alacalı beyaz bir inekti. Ağırbaşlı, mağrur ve naifti. Gün içinde hiçbir inekle dalaşmaz, huysuz ve baskın karakterli Tuğba’ nın sataşmalarına aldırmaz ve otunu yer, suyunu içer sonra da süt yapmak için bir ağacın gölgesinde geviş getirir, sağım saatini beklerdi. En çok sütü de Ajda verirdi zaten. "Demek ki işini en iyi şekilde yaparsan en başarılı da sen olursun" diye düşünürdü Ajda' ya baktıkça küçük çocuk.
İnekleri otlağa çıkardıktan sonra koyunları da gece boyunca güvende olmaları için ahıra yakın bir ağaca olan bağlarından çıkardı ve onları da otlağa götürdü. “Neden hep en öndekinin peşinden giderdi onlarca koyun?” diye düşünürdü hep. Hem en öndeki de her zaman doğru yere gitmezdi. Bazen hiç ot olmayan, sadece kuru dikenliklerin olduğu yerlere dalardı da diğerleri de peşinden gidince bütün gün dikenlerini temizlemekle uğraşırdı. Kızardı koyunlara ama severdi yine de onları. Babaannesinin deyimiyle “Onları da böyle yaratmış Allah!” diye geçirirdi içinden ve severdi onları da.
Bu iş de bitince yüzlerce sıradan oluşan pamuk tarlasına gitti. Sabah doğan güneşle birlikte uyanan babasının su saldığı pamuk sıralarının dolup dolmadığını kontrol ettikten sonra suyu yeni sıralara salmaya başladı. Sabahın sessizliği içinde suyu saldığı her sıradaki toprağın birşeyler fısıldadığını duyardı her zaman:
“Sağol ufaklık, su gibi aziz ol!”
Su gibi aziz ol!..
Bu lafı da birkaç yaz önce pamuk tarlasında çalışan tayfalara su dağıtırken duymuştu. Kendi boyunca büyüklükteki su bidonundan tarlayı çapalayan büyüklerine her su verdiğinde duyduğu bu söz onun için en büyük mükafat olmaya başlamıştı. Hatta bu iş bir süre sonra ona oyun gibi gelmeye başlamış ve durmadan insanlara su içirmeye çalışır olmuştu.
Bazen de pamuk tarlasını sularken, gün ortasında güneş tepede ovayı kavururken, su saldığı sıralardaki kurumuş toprağa değen sudan çıkan buharı seyreder ve buz gibi artezyen suyunun nasıl bu kadar hızlı buharlaştığına hayret eder, meraklanırdı.
Pamuk tarlasındaki işi de bitince çiftlik evinin yanındaki güvercin kümesinde bitivermişti küçük çocuk. O kümesin içindeki dünyaya dalmak, kümesin içindeki yuvalarda yaşayan güvercin çiftleriyle ve yavrularıyla ilgilenmek, yuvalarını temizlemek ve güvercinlerin birbirileriyle olan iletişimini seyretmek en büyük hobisiydi. Aslında farkında olmasa da sosyal yaşamı gözlemlemeye canlılar arasındaki ilişkileri incelemeye bu hobisi sayesinde başlamıştı o küçük yaşlarda. Çünkü kümeste baskın karakterli aileler, haytalık peşinde koşan gençler, yuvasına iyi bakan çiftler, başka yuvalara göz koyan kocamış erkekler ya da eş arayan alımlı dişi güvercinlerden oluşan kocaman bir dünya vardı aslında. Küçük çocuk bütün bu düzeni takip eder ve düşüncelere dalardı uzun uzun.
Güvercinleriyle ilgilendikten sonra da günün en sevdiği zaman dilimini geçirmek üzere çiftlik evinin önündeki çam ağacının altında aldı soluğu. Çünkü orada son birkaç yazdır okuduğu çizgi romanların yanında onu bekleyen yepyeni bir şey vardı: “Çalınan Taç”.
Güvercinleriyle ilgilendikten sonra da günün en sevdiği zaman dilimini geçirmek üzere çiftlik evinin önündeki çam ağacının altında aldı soluğu. Çünkü orada son birkaç yazdır okuduğu çizgi romanların yanında onu bekleyen yepyeni bir şey vardı: “Çalınan Taç”.
Mark Twain’ in ünlü eseri. Tom Canty ve Edward Tudor’ un heyecanlı hikayesi. Çizgi romanlardan sonra kitap okumak ona daha heyecanlı gelmeye başlamıştı. Çünkü çizgi romanlarda yazıyla birlikte resimler de yani görüntü de vardı. Ama kitaplarda sadece yazılar vardı ve bu onun okuduklarını hayal etmesine olanak sağlıyordu. Okuduğu şeyin dünyasını çizgi romanlardaki gibi başka biri değil kendi çiziyordu. Hayal ettikçe heyecanlanıyor, heyecanlandıkça okuyordu. Kitabın derinliklerine daldığı bir sırada babasının sabah sütlerini satmaya gittiği yazlık sitelerden dönüşünü belirten korna sesini duydu.
Bu sesle birlikte elindeki kitabın okuduğu sayfasının arasına kurumuş bir çam iğnesi iliştirip kenara bıraktı. Çünkü bu korna sesi birkaç şeyin habercisiydi. Birincisi, süt satışından elde edilen gelirden pay, yani harçlık; ikincisi, yazlık sitelerin oradaki marketten alınan Tombi; üçüncüsü ve en güzeli ise yazlıklardaki teyzelerin gönderdiği gazetelerin habercisiydi bu korna sesi.
Harçlıklar; haftada bir çarşamba günleri kasabaya gidildiğinde kasaba pazarında alışveriş yapmak içindi. İster her hafta oyuncak ya da abur cubur almak çin kullanabilirdi; isterse de bunları daha çok biriktirip iki üç haftada bir kendine kitap ya da müzik kaseti alabilirdi.
Tombi’ yi anlatmama gerek bile yok sanırım. Her gün o paketleri açıp içinden yayılan peynir ya da fıstık kokusu eşliğinde ziyafet çekmek içindi tabi ki.
Gazeteler ise en güzeliydi. Dış dünyayla bağlantı kurmalarını sağlardı. Babanın süt satmaya gittiği yazlık sitelerde oturan teyzeler bir gün önce okudukları gazeteleri gönderdikleri için dünyayı hep bir gün sonradan takip ederdi ama olsun sonuçta takip ederdi ya küçük çocuk için önemli olan buydu. Tarlaların ötesinden ovanın öbür ucundan gelen bu kağıttan ziyaretçiler dünyanın dört bir yanından haber taşırlardı küçük çocuğa. Köşe bucak her yerini okurdu bu gazetelerin. Bir de "Çalınan Taç” kitabını okumaya başladığından beri en çok İngiltere ve Londra ile ilgili haberler ilgisini çekmeye başlamıştı. Oralar ile ilgili fotoğraflara bakar Tom ve Edward’ ın ülkesiyle ilgili hayallerine katardı gördüğü manzaraları.
Bütün aile Tombi eşliğinde gelen gazeteleri okumaya daldıkları sırada çiftliğe dönen toprak yolda bir kamyon göründü. Gün içinde genelde at arabası ve traktörlerin geçtiği bu yolda böyle büyük bir araç görününce herkes dikkat kesilirdi.
Öyle ya! Ne işi vardı ki bu kamyonun acaba çiftlik yolunda?
“Geliyor seninki!” dedi babası sarıya çalan kumral saçlı, yaşıtlarına göre biraz daha uzun boylu küçük çocuğa.
“Ne geliyor baba?” diye sorarken babasına, aklından uzun zamandır babasına söylemek istediği ama sadece annesine söyleyebildiği vitesli bisiklet mi acaba diye geçirmeye ve heyecanlanmaya başladı.
“Sürpriz” dedi babası gülümseyerek. Hep birlikte çiftliğin toprak yola bağlandığı girişine doğru yürümeye başladılar. Babasının sürpriz demesinden sonra kamyon küçük çocuğun gözünde kocaman tekerlekleri olan dev gibi bir hediye paketine dönüşmüştü.
Kocaman tekerlekli dev hediye paketi çiftlik yoluna saptı ve önlerinde durdu. Küçük çocuğun kalbi hızla çarpmaya başladı. Dev hediye paketinden iki adam indi ve dev hediye paketinin yani kamyonun yan kapağını açtılar.
Oradaydı!
Uzun boyu sayesinde yaz güneşi altında alev gibi parlayan kırmızı mobileti(**) gördü. Alüminyum direksiyonundan güneş ışınları yansıyordu.
“Güle güle kullan evlat” dedi mobileti kamyondan indiren adamlar. Çocuk teşekkür ederken bile gözlerini mobiletten ayıramıyordu. Mobileti getiren dev hediye paketi artık bir kamyona dönüşmüş ve çiftlikten ayrılmıştı.
Küçük çocuk bisiklet beklerken artık bir mobileti olmuştu.
Kırmızı mobilet!
Babasına teşekkür etti. Bütün aile bu yeni misafirin etrafında toplandı. Küçük çocuk da mobiletinin üzerine bindi. Aileye poz veriyordu. Saatler ilerledikçe mobiletini kullanmaya ve aile bireylerini gezdirmeye başladı. Günün en önemli gündemi belli olmuştu.
O gece heyecandan uyuyamadan sürekli mobiletini düşündü. Ta ki yorgunluğun verdiği ağırlıkla göz kapakları kapanana kadar.
Rüyasında yeni mobiletini okuduğu kitaptaki Tom’ a gösteriyor, onu mobiletiyle gezdiriyordu. Sonra Tom yerini Edward’ a bırakıyor biraz da onunla geziyordu.
...
Günler günleri kovaladı ve küçük çocuk kırmızı mobiletini kullanmayı iyice öğrendi. Artık kasabaya sadece çarşamba günleri değil çiftlikte biten erzakları almak için de arada bir gitmeye başlar olmuştu.
Bir akşam üstü babasının kırmızı mobiletin arkasına bir bidon bağladığını gördü. Koşarak yanına gitti. Bidonu neden bağladığını sordu. Babası “artık hazırsın, süt satmaya gideceksin” dedi. Dedi ama bu kelimeler çocuğun kafasında bir anlama dönüşmedi. Tekrar sordu anlamak için:
- Birlikte mi gideceğiz?
- Hayır oğlum, yalnız gideceksin. Artık senin de süt satmayı öğrenmen lazım.
Evet, o güne kadar birçok kez kasabaya ya da tatil sitelerine gitmişti ama hep birşeyler almak içindi bu gidişler. Bu sefer farklıydı. Birşeyler satacaktı.
Heyecanlandı. Karşı koymak istedi ama yapamadı. Endişe ve heyecanla karışık duygular içinde, babasının kendisine nasıl “sütçüüü!” diye bağıracağını anlatışını dinliyordu. Dinliyordu ama o sırada babası bir sis perdesinin arkasında kalmıştı. Çam ağacının altına koşup kitabını açıp hayallerine dalarak o an oradan uzaklaşmak istiyordu.
Ama yapamadı.
Yapmadı.
- Tamam!
Dedi…
Mobileti ve süt bidonuyla birlikte yola koyuldu. Yolda düşündüğü tek şey nasıl bağıracağıydı. Hatta mobileti sürerken yolda kimselerin olmadığı birkaç sefer bağırma denemesi bile yaptı. İçinde bulunduğu duygulara anlam veremiyordu.
Utanıyor muydu?
Hayır, birşey satmak, para kazanmak ayıp değildi ki, niye utansındı.
Korkuyor muydu?
Hayır, ovada yetişmek, korku duygusuna galip gelmeyi öğretmişti ona.
Peki neydi bu duygu?
Bilemiyordu!
Ama bugünden o güne baktığında, aslında hissettiği şey, belirsizlik endişesiydi, değişimin ve gelişimin ayak sesleriydi. Hayatında hiç yapmadığı, o güne kadar sadece büyük insanların yaptığı birşeyi yapacaktı, satış yapacaktı, para kazanacaktı ve nasıl yapacağını bilmiyordu.
Farkında değildi...
Büyüyordu...
Tatil sitelerinin olduğu deniz kenarı bölgesine geldi. Önüne ilk çıkan siteye baktı ve kapıda akşamüstü yürüyüşüne çıkan birkaç yazlıkçıyı görünce o siteye girmekten vazgeçti. Sonra diğeri ve diğeri derken girişinde kimsenin olmadığı bir siteye girdi ve mobiletin en yavaş gidebileceği hızda sitede dolaşmaya başladı. Etrafta insanlar akşamüstü yürüyüşlerine çıkmıştı. Denizden dönenler, yazlığın parkında oturan insanlar vardı. O ise sesini çıkarmadan mobiletin üzerinde arkasında süt bidonu siteyi turluyordu. Zaman ilerlemeye hava kararmaya başlamıştı. Harekete geçmeli ve bir şekilde süt satmaya başlamalıydı.
Sitedeki turuna başladığı noktaya tekrar geldiği sırada yolda yanından geçen bir adama “Abi, süt satıyorum, almak ister misiniz?” diye sordu. Adam “sağol evlat, sütümüz var” dedi. Adam cevap vermişti. Ona kızmamıştı ya da bir tepki vermemişti. Sadece cevap vermişti. Süt almamıştı ama bu olumlu yaklaşım cesaretlenmesini sağladı. Siteyi turlamaya devam etti, parkın banklarında bir arada oturan üç dört kişiyi fark etti. Mobiletini durdurdu, ayaklığa aldı ve onların yanına gitti. “Teyze, iyi akşamlar, ben süt satıyorum, almak ister misiniz?” diye sordu. Bu sarı kafalı biraz uzun boylu çocuğun sorusu teyzelerin hoşuna gitmiş olacaktı ki ona “o zaman neden seslenmiyorsun sütçü geldi diye ufaklık” diye sordular. Küçük çocuğun içine bu soruyla birlikte bir su serpildi ve kafasında herşey yerine oturmaya başlıyordu. İçindeki endişe yerini güven duygusuna bırakmaya başlamıştı. Demek ki herşeyin bir yolu vardı ve insanlar bunları biliyordu.
İçinden keşke Tom ve Edward’ da burada olsa diye geçirdi birden zaferini kutlamak istercesine.
Sonra kırmızı mobiletiyle tekrar yola koyuldu ve o akşam tüm sütü olmasa da büyük bir kısmını satmayı başarmış bir şekilde muzaffer bir komutan edasıyla çiftliğe döndü.
Akşam başını yastığına koyduğunda o günün hayatında geçirdiği en uzun gün olduğunu düşündü. Hem fiziksel hem de ruhsal olarak o kadar yorulmuştu ki rüya bile görmediği derin bir uykuya dalmıştı.
...
...
"Hoşgeldin oğlum" diyerek arabanın camını tıklatan babasının sesiyle kendine geldi.
Dalmıştı.
Tatil için İstanbul' dan ayrıldığından beri araba kullanıyordu. Altı saattir yoldaydı ve sabahın ilk ışıklarıyla babasına sürpriz yapmak için çiftliklerine gelmişti. Ancak babası henüz gelmediği için başını direksiyona dayayıp çocukluğuna döndüğü güzel anılarını görmüştü rüyasında.
"Hoşbulduk baba" diyerek arabanın kapısını açtı ve babasına sarıldı.
Babasının omzunun üzerinden güneşin neon ışıkları tıpkı çocukluğunda bu çiftlikte uyandığındaki gibi gözünü almıştı. O kısacık anda aradan geçen bütün yıllar bir film şeridi gibi geçti gözünün önünden.
Küçük çocuk büyümüş mühendis olmuştu. Daha sonra da perakende sektöründe çalışmaya başlayarak bugün başarılı bir yönetici olmuştu.
Şimdilerde ise tecrübelerini gençlere aktararak onlara destek oluyordu.
Mutluydu, hem de çok!
Dalmıştı.
Tatil için İstanbul' dan ayrıldığından beri araba kullanıyordu. Altı saattir yoldaydı ve sabahın ilk ışıklarıyla babasına sürpriz yapmak için çiftliklerine gelmişti. Ancak babası henüz gelmediği için başını direksiyona dayayıp çocukluğuna döndüğü güzel anılarını görmüştü rüyasında.
"Hoşbulduk baba" diyerek arabanın kapısını açtı ve babasına sarıldı.
Babasının omzunun üzerinden güneşin neon ışıkları tıpkı çocukluğunda bu çiftlikte uyandığındaki gibi gözünü almıştı. O kısacık anda aradan geçen bütün yıllar bir film şeridi gibi geçti gözünün önünden.
Küçük çocuk büyümüş mühendis olmuştu. Daha sonra da perakende sektöründe çalışmaya başlayarak bugün başarılı bir yönetici olmuştu.
Şimdilerde ise tecrübelerini gençlere aktararak onlara destek oluyordu.
Mutluydu, hem de çok!
Açıklamalar:
(*): Hikayenin içinde geçen ineklerin isimleriyle aynı isimde olan okuyucularım lütfen alınmasın. Maalesef ki gündelik hayatta hayvanların tür adları insanlara hakaret etmek için kullanıldığı için isminizin bir ineğe verilmiş olmasından rahatsızlık duyabileceğinizi tahmin edebiliyorum. Ancak çocukluğu hayvanlarla geçmiş, en yakın arkadaşları hayvanlar olmuş biri olarak, hayatımın hiçbir evresinde toplumların hayvanlara olan bu yaklaşımını anlayamadım. Çünkü hayvanlar, bitkilerle birlikte yaşamımızı oluşturan ekosistemde görevlerini layığıyla yerine getiren en çalışkan canlılardır benim gözümde. Bu nedenle hayvancılıkla uğraşanlar ailelerinin birer parçası olarak gördükleri için hayvanlarına sevdiği isimleri verirler. Olaya bu açıdan bakarak değerlendirirseniz sevinirim :)
(**): O dönemlerde popüler olan Mobylette adlı motosiklet markasının Türkçe okunuşu. Model olarak bir motosiklet akımını temsil ettiğinden dolayı o tarz motosikletlere genel olarak Türkçe "mobilet" deniyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder