Motivasyon Vampirleri



İş hayatında performansa etki eden ölçülebilir birçok faktörün yanında gözle görülemeyen en önemli faktörlerden biridir “motivasyon vampirleri”.

Onlar her yerdedirler. Bazen kahve makinesinin yanında, bazen serviste, bazen asansörde, bazen toplantıda yan koltuğunuzda, bazen telefonun ucunda, bazen Whatsapp mesajınızda hatta bazen de beyninizin içinde. Evet, beyninizin içindeki en güzel hayallerinizin tam üstündeki kara bulutlardır onlar. Hayatta başaramadıkları, cesaret edemedikleri ne varsa sırtlarına yüklerler ve en uygun anı kollayıp üzerinize yağdırmaya başlarlar.

Günlük hayattan birkaç örneği şöyle sıralayabiliriz:

· Kurumsal hayatın girdabına sıkıştığınızı düşünürken kendinize yeni uğraşlar mı buldunuz? 
Hemen yanınızda bitiverirler. 
“Spora başladın ama bir haftaya kalmaz bırakırsın. Ben defalarca denedim olmuyor, boşuna uğraşma!” 


· Aklınıza işten keyif alacak yeni bir proje mi geldi? 
Vampiriniz dişlerini bilemiştir. 
“Yeni genel müdür böyle projelere önem vermiyormuş. Moralini bozmak gibi olmasın ama projeni sunmadan önce bir daha düşün derim!” 





· Şehir hayatına yavaş yavaş alışmaya başladınız ve izin günlerinizi şehri keşfederek geçirmeye mi karar verdiniz? 
Bir de onu dinleyin. 
“Bu şehir var ya! İnsanı yer bitirir. Hele trafik, tam bir işkence. Bence izin günlerinde evden çıkma!” 


· Yıllarca çalışarak artık zamanının geldiğini düşündüğünüz terfiyi almak üzere misiniz? 
O yine işbaşında. 
“Delirdin mi sen? Terfi demek daha çok sorumluluk demek. Daha çok sorumluluk daha çok stres demek. Sonunda da sıkıntıdan hasta olur gidersin. Bence en güzeli küçük bir sahil kasabasında butik bir pansiyon aç. Düşünsene, harika olmaz mı? Şehirde kazandığın vizyonu oranın doğasıyla birleştirirsin. Hatta geçtim pansiyonu, takı yapıp satsan bile buradan daha mutlu olursun. Boş ver terfiyi, terfi de neymiş?” 


· Yeni iş arkadaşınızın ne kadar güler yüzlü olduğunu mu düşünüyorsunuz? 
Ondan duymuş olmayın ama! 
“Benden duymuş olma ama böyle herkese mavi boncuk dağıtıyormuş bu yeni gelen. Bilirim böyle tipleri. Tek dertleri müdürün gözüne girmek. Bence uzak dur sen ondan!” 


Her zaman motivasyonunuzu olumsuz etkileyecek bir argümanları vardır motivasyon vampirlerinin;



“İmkanın varsa kurtar kendini, sen daha iyi işlere layıksın.” 



“Ben de senin gibiydim. Senelerce çalıştım, çabaladım ama bak sonunda elde var sıfır!” 

“Kıymet bilinmiyor burada. Müdürün iki dudağının arasındasın. Vaktin varken iş aramaya başla sen.” 

“Çok hakkım yendi benim. Her gelen kafayı taktı bana. Burada emeğe değer veren yok.” 


Motivasyon vampirlerinin ortak özelliklerinden biri de başkalarının mutsuzluklarından beslenmeleridir. Bu kötü bir tutum olsa da çoğu artık bunu bilinçsizce yapmaktadır. Tutumlarıyla ilgili eleştiri aldıklarında ise gerçeği söyledikleri için kimsenin hoşuna gitmediklerinden yakınırlar.

En motive çalışanı bile hızla demotive etmek konusunda üstlerine yoktur. Bu nedenle özellikle işe yeni başlayan çalışanları bu kişilerden uzak tutmak gerekir. Çünkü taze kan gördüklerinde dayanamaz hemen yanında bitiverirler. 

Peki bu vampirleri çalışma masanızda sarımsak bulundurarak uzak tutamayacağınıza göre çözüm nedir? 

Öncelikle motivasyonunuzu düşüren kişilerle mümkün olduğunca uzun süreli sohbetlerden kaçınmalısınız. İşle ilgili konuları konuşup sohbeti uzatmamak en doğrusu olacaktır. 

Eğer bu mümkün olmuyorsa dürüstçe gerçekleri söyleyip motivasyonunuzu olumsuz etkilediklerini ve bu konuda daha özenli olmalarını isteyebilirsiniz. 

Bazen bu yapıda iki kişiyi buluşturup birbirleriyle konuşturmak da farkındalık yaratmak açısından çözüm olabilmektedir. 

Sonuç olarak iş hayatında sizi işinizle ilgili olumsuz düşüncelere sevk eden, motivasyonunuzu düşüren kişilerden uzak durmalısınız. Çünkü başarıya yüksek ve sürekli enerjiyle hedefinize odaklanarak ulaşabilirsiniz. Sizi bu odağınızdan saptırabilecek motivasyon vampirleriyle ilgili olarak her zaman temkinli olmalısınız. 

Şirketinizin Genetik Kodu Emin Ellerde Mi?


Çalıştaylar, marka toplantıları, vizyon belirleme çalışmaları, odak müşteri araştırmaları ve bunlar gibi bir çok çalışma ne için yapılıyor? Marka konumlandırması ve yönetimi için elbette. Bu çalışmalar sayesinde şirketin genetik kodu korunarak müşteri beklentilerinin evrimleşmesine ayak uydurulmak isteniyor. Müşteri taleplerinin hızla değiştiği günümüz perakende dünyasında bu çalışmaların önemi kesinlikle yadsınamaz.
Ancak şöyle bir gerçek var ki genellikle gözden kaçıyor. Bu kadar çaba harcanarak oluşturulan genetik kod en nihayetinde müşteri ile bire bir temasta olan kişilerin ellerine emanet. Şirketin genetik kodunun oluşturulması kadar önemli olan nokta bu kodun bu kişilerce tam olarak anlaşılabilmesidir.

Örneğin yeni bir ürün piyasaya çıkardığınızda bunu satış ekibine iyi anlatamamışsanız, satış noktasında müşteriyle birlikte kafa kafaya verip "valla abi, dediğin gibi, bence de olmamış bu ürün" diye dertleşen satış ekipleri olması işten bile değil. Ya da şirketinizin gelecek beş yıllık planını ekip yöneticilerinizle paylaştığınızda onlar ekiplerine "onu bunu bilmem, beş yıl içinde bunlar olacakmış, bence zor ama müdür öyle istiyor" diye aktarırsa bütün çabalar ipe un sermekten öteye gitmeyecektir.

İşte bu yüzden olaya "genetik kod" adını verdim. Genetik dizilimdeki çok küçük bir değişiklik tamamen farklı bir canlı türüne ait oluyor. Yani ekibinizin müşteriye aktardığı bir yanlış bilgi müşteri tarafından markanız hakkında farklı fikirlere yol açabiliyor.

Müşteriyle iletişim halinde olanlar sadece satış ekibi değil elbette. Müşteri ilişkileri departmanları da marka ve müşteri arasındaki algı yöneticileridir. Öyle ki günümüzde farklı nedenlerle de aranmaya başlasa temel olarak şikayet dile getirmek için farklı kanallardan ulaşılan müşteri hizmetleri şirketin genetik kodunu aktarmada en önemli noktalardan birisidir. Buradaki en büyük tehlike müşteri ilişkileri hizmetinin büyük çoğunlukla şirketler tarafından dış kaynaklı olarak yönetilmesidir. Yani sizin şirketinizle birlikte başka birçok firma için çalışan "call center” firmalarında çalışan ve müşterinizle evinde, iş yerinde, otobüste, arabada yani özel yaşam alanında iletişime geçen bu kişilerin şirketinizin aynası olması gerekmektedir.

Bir de günümüzde e-ticaretin gelişmesiyle birlikte müşterilerimizin evine giden birileri daha var; kargocular, kuryeler ve sanal market görevlileri. Bu kişilerin çok önemli bir yükümlülükleri var ki maalesef çoğu şirket bunun farkında değil. Bu kişiler aracılığıyla müşteriler bizi kendileri için en değerli alana, özel yaşam alanlarına kabul ediyorlar. Günlük koşuşturmacada çok üzerinde durmadığımız ama aslında çok önemli bir nokta bu. Hiçbir profesyonel marka müşterisinin evine satış ekiplerini sokamaz çünkü orası kişisel alandır ve çok değerlidir. İşte e-ticaret sayesinde artık mutlu yuvasında bize kapısını açan müşterimizle markamız adına bu kişiler görüşüyor. Siz istediğiniz kadar milyon dolarlık reklamlar yapın, o kapıya giden kişi suratsızsa, ter kokuyorsa, elleri kirliyse veya kıyafeti özensizse beş duyu yoluyla müşteride o an bir algı oluşur. Bu algıyı değiştirmek çok kolay değildir. İşte bu noktada müşterinin kapısına giden temsilcilerimiz şirketimizin genetik kodunu belirler.

Peki bu kadar önemli bir konuyu tüm çalışanlarımıza nasıl benimsetebiliriz?
Bunun en kolay yolu sadelikten geçiyor. Şirketlerin birçok hedefi ve bu hedeflere ulaşmak için birçok yolu vardır ancak bir şirketin iş yapış şeklini tüm bu yoları kapsayan bir çatı altına toplamak anlaşılır bir davranış sergilenmesine imkan sağlar.

Genetik kod, temel bir veri içermeli ve herkes tarafından kolay anlaşılmalıdır. Ayrıca uyumluluk durumu kolayca tespit edilebilir olmalıdır. Müşteri markanın kapısından girdiğinde veya markamız müşterinin evine ya da işyerine gittiğinde müşteride aynı hissi uyandırmalıdır.

Temel bir veri derken bu noktada güzel bir örnek olduğu için BMW şirketinin 2010'lu yıllarda markanın genetik kodunu tamamen "keyif" üzerine çevirmesini örnek verebiliriz. İşte yukarıda çatı olarak bahsettiğim durum tam da budur. BMW ürettiği araçlarda sadece keyif mi veriyor? Tabi ki hayır. Hız, estetik, ergonomi, güvenlik, performans, teknoloji gibi bütün özelliklerde yenilikçi tavrına devam etti ancak bunların tümünü yaparken markasına belirlediği çatı unsuru keyif olarak tanımladı. Böylece üretim hattında çalışan işçiden kilometrelerce uzakta bir ülkede satış yapan galeriye kadar bütün ağ genetik kodu kolayca algıladı, "keyif". Sonrası reklamlarla, üretim, satış ve satış sonrası ekiplerinin eğitimleriyle güçlü bir şekilde desteklendi ve sürekli bir sistem kurularak bu genetik kod bütün şirkete yayıldı.
Bir banka için bu kod "güven"; bir restoran için "damak tadı"; bir perakendeci için “yenilikçi" olabilir.
Bu örnekler sektöre ve şirketin yapısına göre çoğaltılabilinir.
Burada önemli olan nokta bir temel veri belirleyip sonra bütün vizyonumuzu bunun etrafına sararak müşteriye ulaşırken bunu tüm çalışanların benimsemesini sağlamaktır.

What is The Matrix?



Yıl 1999...
Bir cumartesi öğleden sonrası bütün dünyanın konuştuğu "The Matrix" filmi için sinemaya gitmiştim tek başıma.
Öğleden sonra seansına almıştım biletimi.
Cebimde sinemaya gizliden soktuğum kutu kola ve bir paket bisküvi. Malum öğrenci halimle sinemada beş katı pahalı satılan abur cuburları almaya bütçe yetmiyordu.
Seans başladı ve salona girdim. İçerisi tıklım tıklım. Koltuğuma oturup arkama yaslandım ve tam iki buçuk saat boyunca o koltuktan kalkamadım. Filmin büyüsü bozulmasın diye araya bile çıkmamıştım.
Film bittikten sonra sinemadan çıktım ve kafamda yüzlerce soruyla dünyaya başka bir gözle bakmaya başladım.
"Matrix nedir?"
"O çocuk o kaşığı nasıl büktü?"
"Günlük hayatımızdaki kırmızılı kadın kim?"
"Nokia 8110 almak için kaç ay para biriktirmem lazım ?"
gibi yüzlerce soru!
Ve aradan yıllar geçti. Zaman değişti.
Şimdi filme bunca zamanın ardından baktığımda görüyorum ki "Matrix" aslında biziz, biz de bilgiyiz.
Eminim bugüne kadar birçok "Matrix" incelemesi okumuşsunuzdur. Ben de yeni bir bakış açısıyla bakmak istiyorum.
Nasıl mı?
"Matrix" kelimesinin İngilizce anlamına baktığımızda karşımıza ilk çıkan açıklama "birşeyin geliştiği kültürel, sosyal ve siyasal çevre" oluyor. Yani bir nevi içinde yaşadığımız ortamı kastediyor. 
Aslında aşağıdaki sahne "Matrix"in ne olduğunu bütün çıplaklığıyla anlatıyor. Bu sahnede Morpheus ve Neo' yu beyaz bir arka planda görüyoruz. Böylece tamamen konuya odaklanıyoruz. Morpheus Neo' ya "Matrix"in aslında bir yanılsama olduğunu söylüyor. İnsanların kendilerini içinde yaşadıklarını zannettikleri bir yazılım olduğunu anlatıyor. Bu yazılım sayesinde bir hayal dünyasında yaşadıklarını ve gerçek dünyanın artık bir harabeye dönüştüğünü söylüyor ve ona gösteriyor. Sonra da o meşhur soruyu soruyor.
"What is The Matrix?"
Ardından da ekliyor: "Matrix" bilgisayarların bizi kontrol altında tutmak için oluşturduğu bir hayal dünyasıdır."


Sonrası malum. Üç filmlik bir görsel şölen.
Peki Morpheus' un anlattığı hayal dünyasını bilgisayarlar nasıl oluşturuyordu?
Şimdi farkına varıyorum ki 1999 yılında bunu çözememişim.
Ancak günümüzde teknolojinin geldiği noktada artık bunu çözümlemek işten bile değil.
Yine filme dönersek bilgisayarların insan ceninlerinden enerji elde ettiği "cenin tarlaları"nı anımsarsınız. İşte o tarlalar aslında günümüzün en popüler olgusu olan "internet". Filmde bu tarlalar için bilgisayarların beslendiği enerji tarlaları deniyor. Peki bilgisayarlar için enerji nedir?
Bilgidir.
Yani filmde aslında cenin tarlaları ile internet, enerji ile bilgi kastediliyor. Bu allegori tam olarak internet sayesinde günümüzde insanoğlundan toplanan bilgiyi işaret ediyor. Bu bilgi sayesinde insanlar kendi iradeleri dışında internet çağının onlara söylediği şekilde yaşıyorlar. Yani "Matrix"te yaşıyorlar.
Efendim?
"Hadi canım, internet nasıl beni yönetsin ben onu yönetiyorum?" mu dediniz? 
Morpheus ne demişti hatırlayın. "İnsanlar gerçek zannettikleri bir dünyada yaşıyor"
Yani irademiz dışında yönlendiğimizin farkında değiliz demek istiyor.
Hangi ayakkabıyı alacağına, hangi yemeği yiyeceğine, hangi giysiyi giyeceğine, hangi telefonu alacağına sadece sana sunulan seçenekler içinden birini seçerek karar veriyorsun. Hatta çoğu zaman seçeceğin şeye farkında olmadan yönlendiriliyorsun.


http://thescienceexplorer.com/technology/robots-could-learn-new-skills-watching-youtube
The Science Explorer' da Ocak 2016' da yayınlanan bir makalede robotların Youtube videoları izleyerek insan becerilerini öğrenmeye başladığı yazılmıştı. Bu makaleye yukarıdaki analizimizden bakacak olursak Youtube  cenin tarlası, videolar da bilgi oluyor.
Milyarlarca fotoğraf, video ve yazıdan oluşan bilgi tarlaları , onlardan bu bilgiyi hasat eden robotlar (bilgisayarlar) ve bu bilgileri milisaniyelerle değerlendirip bize uygun seçenekler sunan bir sistem: "Matrix' e hoşgeldiniz!"
O zaman soru şu?
Sonsuz seçenekli bir seçim mi sınırlı seçenekli bir seçim mi özgür iradedir?
Kararını sen ver!  
Burada amacım dünyayı robotlar ele geçirecek, bizi köle yapacaklar gibi komplo teorilerine girmek değil elbette. O konu bilim-kurgu yazarlarının işi.
Ben perakendeci bir mühendis olarak bir durum tespiti yaptım. Benim işim bu tespiti iş hayatına nasıl uyarlarız ona kafa yormak.
Perakendenin ve onunla birlikte tabii ki pazarlamanın geleceğinde bilgi enerjisi yatıyor. Amacımız bu enerjiyi en verimli nasıl kullanırız sorusuna çözüm getirmek.
Sizce bilgisayarlarla birlikte ortak bir gelecekte en verimli çalışma hayatına nasıl ulaşacağız?
Kahve molalarında bunu bir düşünün derim!
Selamlar.

"Minority Report" ve Pazarlamanın Geleceği



2002 yılında vizyona giren Tom Cruise' un başrol oynadığı "Minority Report" filmini birçoğunuz izlemişsinizdir.
Bu film mükemmel senaryosunun ötesinde bize teknoloji ve pazarlamanın geleceği hakkında da birçok ipuçları vermektedir.
İzleyenler bilir; filmde insanların sosyal hayatlarındaki davranış ve yaşadıkları şeylerden elde edilen veriler sayesinde "kahinler" denilen üç kişilik bir insan/yapay zeka karışımı varlık tarafından suç işlemeden önce suçluların yakalanması konusu anlatılıyor. 
Filmde kahinler olarak gösterilen olgu aslında günümüzde "Big Data" (büyük veri) dediğimiz bilgiyi elde eden ve depolayan internettir.
Bu veriler sayesinde insanların günlük yaşamları sürekli incelenerek gelecekte gösterecekleri davranış biçimleri büyük bir isabetle öngörülebilmektedir.
Filmde alışveriş merkezinde geçen sahnelere dikkatle baktığınızda alışveriş merkezindeki göz tanıma kameraları ajan John' un gözlerini tarayarak ona kişisel reklamlar sunmaya başlarlar. İlerleyen sahnelerde ise bir kaçak olduğundan başkasının gözlerini bir ameliyatla kendine geçirir ve daha sonra bir GAP mağazasına girer ve sistem artık onu Bay Yokomoto olarak tanıyarak kişisel beden ölçülerinde kıyafetler önerir.
İşin hikaye kısmı böyle.
Bizi ilgilendiren kısmı ise bu sahnelerde pazarlama ve reklamcılığın geleceğini görmemizdir.
Kişisel pazarlama ve reklamcılık günümüzde dijital cihazlarımızdan davranış ve internet arama sonuçlarımıza, mektuplarımızda yazdıklarımıza göre bize uygun reklamlar vermeye başladı zaten.
Hepiniz fark ediyorsunuzdur.
Apple' ın geçtiğimiz günlerde tanıttığı Face ID ve diğer firmaların da benzer uygulamaları sayesinde filmdeki bu sahnenin gerçek hayatımıza girmesine ise çok az zaman kaldı.
Pazarlama ve reklam dünyasının ulaşmak istediği hedef de tam olarak budur. Günümüz dünyasında cep telefonlarımız ve bilgisayarlarımızdaki uygulamalar sayesinde konum, fotoğraflar, duygu durumumuz, özel yazışmalarımız, parmak izimiz, göz merceğimiz, alışveriş alışkanlıklarımız, müzik zevkimiz ve bunlar gibi birçok kişisel verimiz artık internette.
Bu veriler sosyal medya şirketlerinin ana servis sağlayıcılarında analiz edildikçe de reklamlar artık bu yol üzerinden bize ulaşmaya başlayacak.
Öyle ki yakın gelecekte şirketler biz birşeyi almaya karar vermeden önce ne almak istediğimizi bilecek duruma gelecekler.
Heyecan verici değil mi?
Pazarlama ve reklamcılık okuyan ya da bu sektörlerde çalışanlara tavsiyem teknolojik gelişmeleri takip ederken bunları günlük hayata nasıl uyarlayabilecekleri konusunda hayal güçlerini harekete geçirmeleridir.
Tabi bir de bundan sonra bilim kurgu filmlerini başka bir bakış açısıyla da izlemelerini öneririm.
İyi Çalışmalar.

Sahiplen!


İş hayatına yeni başlayan arkadaşların en çok sorduğu soru: "Nasıl başarılı olabilirim?"
Cevabı net: "Sahiplenerek!"
Sorumluluğunun boyutu ya da etkisi önemli değil.  Ne ile sorumluysan onu sahiplen.
  • Bir reyondan mı sorumlusun? Sahiplen, çünkü orası senin aynan olacak, seni anlatacak.
  • Küçük bir ekipten mi sorumlusun? Sahiplen, çünkü o ekibi sen aydınlatacaksın, onlar da seni.
  • Bir vezneye ya da kasaya mı bakıyorsun? Sahiplen, en temiz kasa seninki olsun!
  • Fotokopi makinesinden mi sorumlusun? Sahiplen, en iyi çıktıyı senin makinen versin.
  • Güvenlik kapısından mı sorumlusun? Sahiplen, yanındaki arkadaşınla iddaa kuponunu tartışma. İşine odaklan, en güvenli kapı seninki olsun.
  • Mutfakta aperatifler senin elinden mi çıkıyor? Sahiplen, müşteriler ana yemekler için değil de senin aperatiflerin için gelsin.

İşini sahiplenmezsen sonra da "bana burada haksızlık yapılıyor" diye sızlanmanın hiçbir faydası yok. Çünkü birgün senin yerine o işi daha iyi yapan biri çıkar mutlaka. Vazgeçilmez değiliz. Bu nedenle amacımız işimizi en iyi şekilde nasıl yapabileceğimizi her yeni günle birlikte düşünmek olmalı.
Yoksa rutin, zamanla sizi yiyip bitirir. Bakış açınızı daraltır. Bulunduğunuz ortamı bunaltır. Bir zamanlar girmek için can attığınız iş şimdi size işkenceye dönüşebilir.
Rutin, tehlikelidir. Sizi bir sarmaşık gibi sarar ve dış dünyadan soyutlar. Eskiden gülüp geçtiğiniz aksilikleri bugün gözünüzde büyütmenize neden olur. Eskiden bir çırpıda çözdüğünüz sorunları bugün size dev gibi gösterir. Rutin, sıkar. Sizi "eeah yeter artık, n'olacaksa olsun!" noktasına getirmesi an meselesidir.
Rutini kırmanın, onu ortadan kaldırmanın en etkili yolu yaptığımız işe sahip çıkmak ve yenilenmektir.
Bu noktada yöneticiye büyük görevler düşmektedir. Hem kendi rutinini hem de ekibinin rutinini kırıp heyecanı ve motivasyonu canlı tutması gerekir. Bunu yapmanın en kolay yollarından biri ekiple birlikte geçirilen vakti arttırmaktır. Tabii ki bütün gün başlarında beklemekten bahsetmiyorum. Kastettiğim, günlük iletişim. Bir kahve molası ya da toplantı arası biraz hava almak bazen en etkili motivasyon kaynağı olabilir. Ekip arkadaşlarınıza tutku aşılayın. Tutku, insanı başarıya götüren en önemli araçtır.
Sen sahiplendikçe işin aynan olacaktır! Bir merdiven gibi seni yukarıya taşıyacaktır. 

Özsaygı: Kendine Bakan İşine De Bakar!



Yıllar süren gözlemlerim ve tecrübelerim sonucunda rahatlıkla söyleyebilirim ki kişinin kendine ne kadar özen gösterdiği iş sonuçlarına da yansıyor. Temizliğine, düzenine önem veren, gözleri çakmak çakmak heyecanla parlayan biriyle; özensiz, pejmurde, dağınık ve gözlerinin feri kaçmış birinin iş sonuçları da emin olun kendileri gibi oluyor!

Kişisel hijyen ve düzenli olmak gibi özellikler büyük ölçüde çocuklukta edinilen kazançlar ve sonradan değiştirilmesi de çok zor oluyor ya da genellikle değiştirilemiyor.

Günlük hayatta “kendine bakma” dediğimiz mesele aslında özsaygı kapsamında değerlendirebileceğimiz bir durum. Özsaygı, kişide, kendi kişiliğini alçaltmaktan insanı alıkoyan ve başkalarınca da alçaltılmayı hoş karşılamayan duygu, kişinin kendi özüne, kişiliğine beslediği saygı diye tanımlanır. Yani kısacası kişinin kendine duyduğu saygıdır.

Özsaygı tabi ki sadece dış görünüşle alakalı bir kavram değildir ancak insanın dış görünüşü iç dünyasıyla ilgili büyük ipuçları da verir. Örneğin insanlar iş görüşmelerine giderken neden giyim kuşamlarına dikkat ederler? Çünkü ilk intiba önemlidir. İlk intiba da dış görünüşle ilgilidir. Hatta günümüzde bu konuda danışmanlık veren koçluk yapan birçok firma bulunmaktadır.

İş hayatında özsaygısı yüksek insanları giyimine gösterdiği özenden, tertip düzeninden iş yapış şekillerine kadar birçok ipucuyla tanıyabilirsiniz.

Giyim kuşamına özen göstermek deyince aklınıza hemen pahalı kıyafetler, çantalar, ayakkabılar gelmesin. Burada konu özen göstermektir. Pekala uygun fiyatlı veya ucuz kıyafetlerle de insan kendine özen gösterebilir. Üzerinde çok pahalı bir kıyafet olan biri de tozlu ayakkabılarla karşınıza çıkabilir. İşte bu noktada devreye özsaygı girer.

Özsaygısı yüksek insanlar iş yapış şekillerinde de bunu gösterirler. İşlerini planlı ve muntazam yürütürler. Ekiplerinde bir uyum olması için çaba harcarlar. Çünkü bu bir yaşam biçimidir. Şirketler için önemli bir değerlendirme kriteridir.
Peki özsaygı sonradan kazanılabilinir mi?
Journal of Experimental Social Psychology’ de Ocak 2016’ da yayınlanan bir makaleye(*) göre özsaygı beş yaşından itibaren ölçülmeye başlanan bir olgu. Araştırmanın yazarlarından Anthony G. Greenwald durumu şöyle özetliyor: "Özsaygı çocukların sosyal kimliklerini nasıl oluşturduğu noktasında kritik bir rol oynuyor gibi gözüküyor. Bizim bulgularımız ilk beş yılın hayatın temeli olma noktasındaki önemi üzerinde duruyor.”

Yani yazının başında da belirttiğim gibi sonradan gelişimi zor. Burada en büyük rol aileye düşüyor. Değerli ebeveynler! Hani şu küçükken "bizim oğlan da çok dağınık kerata" diye başını okşadığınız çocuk var ya büyüdüğünde sistematik bir düzen isteyen iş hayatına girince büyük zorluklar yaşıyor. Tüm ebeveynlere duyurulur: “Çocuğunuzun gelecekte başarılı bir birey olmasını istiyorsanız ona özsaygı aşılayın!


Şirketlerin işe alım departmanlarının bir iş görüşmesinde dikkat etmesi gereken konulardan birine değinmek istedim bu yazımda. Ayrıca özsaygı, sadece işe alımda değil performans değerlendirmelerinde de yöneticilere ışık tutabilecek bir değerlendirme kriteri olarak da karşımıza çıkmaktadır.

Kaynaklar:

"Kırmızı Mobilet"



Her şey kırmızı bir mobiletle başladı…

Serin bir yaz sabahının mis gibi çimen kokusuna uyandı küçük çocuk. Kendini bildi bileli ailece yazlarını geçirdikleri çiftlik evinin sundurmasındaydı.
Çiftlik evi dediği de bir oda ve önünde bir sundurmaydı zaten. Öyle ya, yaz dediğin mevsimde bir çatı altına sadece geceleri uyumak için ihtiyaç vardı. Onun dışında bütün gün zaten tarlada çalışarak, hayvanları otlatarak bir de arada dinlenmek için çiftlik evinin önündeki çam ağacının altında çizgi roman, gazete ya da kitap okuyarak geçerdi.
Doksanların başıydı…
Henüz ovaya elektrik gelmemişti…
Ama kitaplar gelmişti!
Onlar her yere gidebilirdi küçük çocukla. Ne mutluydu ona!

Yataktan kalktı küçük çocuk. Sundurmanın tahta kapısını açtı ve sarının en güzel tonuna çalan sabah güneşine döndü yüzünü gülümseyerek. Tulumbanın başına gitti ve serin artezyen suyuyla yüzünü yıkadı. Hem yüzünü yıkıyor hem de tulumbadan akan suya koşuşturan ördek yavrularını seyrediyordu. Ördek yavrularının akan suyla neşelendiklerini görünce bir süre daha tulumbadan su çekerek onların neşesine neşe kattı. Avucuna su alıp o da ördeklerin üzerine atmaya ve onlarla birlikte eğlenmeye başladı.
“Hadi oğlum, kahvaltını et. Baban ineklerin sağımını bitirmeden doyur karnını!” diye seslendi annesi. “Tamam anne!” dedi küçük çocuk ve ardından çam ağacının altında, sabah güneşinin neon ışıklarıyla aydınlattığı, kahvaltı masasına oturdu. “Neon ışık” kelimesini de geçen gün okuduğu bir gazetede öğrendiğinden beri çok sevmişti. Çocuk gözleri öyle görür olmaya başlamıştı sabah güneşinin masadaki yansımasını.

Sabah annesinin bahçeden topladığı biber, domates, salatalıklarla birlikte yumurtasını ve en sevdiği şeyi yani peyniri de büyük bir iştahla bir çırpıda indirmişti mideye çam ağacının altında.

Bu kısacık zamanda gerçekleşen sabah seremonisinin ardından çalışma saatleri başladı. Sağımı biten inekleri ahırdan çıkarıp otlağa götürdü. İçlerinde en sevdiği Ajda(*) idi. Ajda, siyah alacalı beyaz bir inekti. Ağırbaşlı, mağrur ve naifti. Gün içinde hiçbir inekle dalaşmaz, huysuz ve baskın karakterli Tuğba’ nın sataşmalarına aldırmaz ve otunu yer, suyunu içer sonra da süt yapmak için bir ağacın gölgesinde geviş getirir, sağım saatini beklerdi. En çok sütü de Ajda verirdi zaten. "Demek ki işini en iyi şekilde yaparsan en başarılı da sen olursun" diye düşünürdü Ajda' ya baktıkça küçük çocuk.

İnekleri otlağa çıkardıktan sonra koyunları da gece boyunca güvende olmaları için ahıra yakın bir ağaca olan bağlarından çıkardı ve onları da otlağa götürdü. “Neden hep en öndekinin peşinden giderdi onlarca koyun?” diye düşünürdü hep. Hem en öndeki de her zaman doğru yere gitmezdi. Bazen hiç ot olmayan, sadece kuru dikenliklerin olduğu yerlere dalardı da diğerleri de peşinden gidince bütün gün dikenlerini temizlemekle uğraşırdı. Kızardı koyunlara ama severdi yine de onları. Babaannesinin deyimiyle “Onları da böyle yaratmış Allah!” diye geçirirdi içinden ve severdi onları da.

Bu iş de bitince yüzlerce sıradan oluşan pamuk tarlasına gitti. Sabah doğan güneşle birlikte uyanan babasının su saldığı pamuk sıralarının dolup dolmadığını kontrol ettikten sonra suyu yeni sıralara salmaya başladı. Sabahın sessizliği içinde suyu saldığı her sıradaki toprağın birşeyler fısıldadığını duyardı her zaman:
“Sağol ufaklık, su gibi aziz ol!”
Su gibi aziz ol!..
Bu lafı da birkaç yaz önce pamuk tarlasında çalışan tayfalara su dağıtırken duymuştu. Kendi boyunca büyüklükteki su bidonundan tarlayı çapalayan büyüklerine her su verdiğinde duyduğu bu söz onun için en büyük mükafat olmaya başlamıştı. Hatta bu iş bir süre sonra ona oyun gibi gelmeye başlamış ve durmadan insanlara su içirmeye çalışır olmuştu. 

Bazen de pamuk tarlasını sularken, gün ortasında güneş tepede ovayı kavururken, su saldığı sıralardaki kurumuş toprağa değen sudan çıkan buharı seyreder ve buz gibi artezyen suyunun nasıl bu kadar hızlı buharlaştığına hayret eder, meraklanırdı.

Pamuk tarlasındaki işi de bitince çiftlik evinin yanındaki güvercin kümesinde bitivermişti küçük çocuk. O kümesin içindeki dünyaya dalmak, kümesin içindeki yuvalarda yaşayan güvercin çiftleriyle ve yavrularıyla ilgilenmek, yuvalarını temizlemek ve güvercinlerin birbirileriyle olan iletişimini seyretmek en büyük hobisiydi. Aslında farkında olmasa da sosyal yaşamı gözlemlemeye canlılar arasındaki ilişkileri incelemeye bu hobisi sayesinde başlamıştı o küçük yaşlarda. Çünkü kümeste baskın karakterli aileler, haytalık peşinde koşan gençler, yuvasına iyi bakan çiftler, başka yuvalara göz koyan kocamış erkekler ya da eş arayan alımlı dişi güvercinlerden oluşan kocaman bir dünya vardı aslında. Küçük çocuk bütün bu düzeni takip eder ve düşüncelere dalardı uzun uzun.

Güvercinleriyle ilgilendikten sonra da günün en sevdiği zaman dilimini geçirmek üzere çiftlik evinin önündeki çam ağacının altında aldı soluğu. Çünkü orada son birkaç yazdır okuduğu çizgi romanların yanında onu bekleyen yepyeni bir şey vardı: “Çalınan Taç”.
Mark Twain’ in ünlü eseri. Tom Canty ve Edward Tudor’ un heyecanlı hikayesi. Çizgi romanlardan sonra kitap okumak ona daha heyecanlı gelmeye başlamıştı. Çünkü çizgi romanlarda yazıyla birlikte resimler de yani görüntü de vardı. Ama kitaplarda sadece yazılar vardı ve bu onun okuduklarını hayal etmesine olanak sağlıyordu. Okuduğu şeyin dünyasını çizgi romanlardaki gibi başka biri değil kendi çiziyordu. Hayal ettikçe heyecanlanıyor, heyecanlandıkça okuyordu. Kitabın derinliklerine daldığı bir sırada babasının sabah sütlerini satmaya gittiği yazlık sitelerden dönüşünü belirten korna sesini duydu.

Bu sesle birlikte elindeki kitabın okuduğu sayfasının arasına kurumuş bir çam iğnesi iliştirip kenara bıraktı. Çünkü bu korna sesi birkaç şeyin habercisiydi. Birincisi, süt satışından elde edilen gelirden pay, yani harçlık; ikincisi, yazlık sitelerin oradaki marketten alınan Tombi; üçüncüsü ve en güzeli ise yazlıklardaki teyzelerin gönderdiği gazetelerin habercisiydi bu korna sesi.  
Harçlıklar; haftada bir çarşamba günleri kasabaya gidildiğinde kasaba pazarında alışveriş yapmak içindi. İster her hafta oyuncak ya da abur cubur almak çin kullanabilirdi; isterse de bunları daha çok biriktirip iki üç haftada bir kendine kitap ya da müzik kaseti alabilirdi.
Tombi’ yi anlatmama gerek bile yok sanırım. Her gün o paketleri açıp içinden yayılan peynir ya da fıstık kokusu eşliğinde ziyafet çekmek içindi tabi ki.
Gazeteler ise en güzeliydi. Dış dünyayla bağlantı kurmalarını sağlardı. Babanın süt satmaya gittiği yazlık sitelerde oturan teyzeler bir gün önce okudukları gazeteleri gönderdikleri için dünyayı hep bir gün sonradan takip ederdi ama olsun sonuçta takip ederdi ya küçük çocuk için önemli olan buydu. Tarlaların ötesinden ovanın öbür ucundan gelen bu kağıttan ziyaretçiler dünyanın dört bir yanından haber taşırlardı küçük çocuğa. Köşe bucak her yerini okurdu bu gazetelerin. Bir de "Çalınan Taç” kitabını okumaya başladığından beri en çok İngiltere ve Londra ile ilgili haberler ilgisini çekmeye başlamıştı. Oralar ile ilgili fotoğraflara bakar Tom ve Edward’ ın ülkesiyle ilgili hayallerine katardı gördüğü manzaraları.
Bütün aile Tombi eşliğinde gelen gazeteleri okumaya daldıkları sırada çiftliğe dönen toprak yolda bir kamyon göründü. Gün içinde genelde at arabası ve traktörlerin geçtiği bu yolda böyle büyük bir araç görününce herkes dikkat kesilirdi.
Öyle ya! Ne işi vardı ki bu kamyonun acaba çiftlik yolunda?
“Geliyor seninki!” dedi babası sarıya çalan kumral saçlı, yaşıtlarına göre biraz daha uzun boylu küçük çocuğa.
“Ne geliyor baba?” diye sorarken babasına, aklından uzun zamandır babasına söylemek istediği ama sadece annesine söyleyebildiği vitesli bisiklet mi acaba diye geçirmeye ve heyecanlanmaya başladı.
“Sürpriz” dedi babası gülümseyerek. Hep birlikte çiftliğin toprak yola bağlandığı girişine doğru yürümeye başladılar. Babasının sürpriz demesinden sonra kamyon küçük çocuğun gözünde kocaman tekerlekleri olan dev gibi bir hediye paketine dönüşmüştü. 
Kocaman tekerlekli dev hediye paketi çiftlik yoluna saptı ve önlerinde durdu. Küçük çocuğun kalbi hızla çarpmaya başladı. Dev hediye paketinden iki adam indi ve dev hediye paketinin yani kamyonun yan kapağını açtılar.
Oradaydı!
Uzun boyu sayesinde yaz güneşi altında alev gibi parlayan kırmızı mobileti(**) gördü. Alüminyum direksiyonundan güneş ışınları yansıyordu.
“Güle güle kullan evlat” dedi mobileti kamyondan indiren adamlar. Çocuk teşekkür ederken bile gözlerini mobiletten ayıramıyordu. Mobileti getiren dev hediye paketi artık bir kamyona dönüşmüş ve çiftlikten ayrılmıştı.
Küçük çocuk bisiklet beklerken artık bir mobileti olmuştu.

Kırmızı mobilet! 

Babasına teşekkür etti. Bütün aile bu yeni misafirin etrafında toplandı. Küçük çocuk da mobiletinin üzerine bindi. Aileye poz veriyordu. Saatler ilerledikçe mobiletini kullanmaya ve aile bireylerini gezdirmeye başladı. Günün en önemli gündemi belli olmuştu. 
O gece heyecandan uyuyamadan sürekli mobiletini düşündü. Ta ki yorgunluğun verdiği ağırlıkla göz kapakları kapanana kadar. 
Rüyasında yeni mobiletini okuduğu kitaptaki Tom’ a gösteriyor, onu mobiletiyle gezdiriyordu. Sonra Tom yerini Edward’ a bırakıyor biraz da onunla geziyordu.
...
Günler günleri kovaladı ve küçük çocuk kırmızı mobiletini kullanmayı iyice öğrendi. Artık kasabaya sadece çarşamba günleri değil çiftlikte biten erzakları almak için de arada bir gitmeye başlar olmuştu.
Bir akşam üstü babasının kırmızı mobiletin arkasına bir bidon bağladığını gördü. Koşarak yanına gitti. Bidonu neden bağladığını sordu. Babası “artık hazırsın, süt satmaya gideceksin” dedi. Dedi ama bu kelimeler çocuğun kafasında bir anlama dönüşmedi. Tekrar sordu anlamak için:
- Birlikte mi gideceğiz?
- Hayır oğlum, yalnız gideceksin. Artık senin de süt satmayı öğrenmen lazım. 
Evet, o güne kadar birçok kez kasabaya ya da tatil sitelerine gitmişti ama hep birşeyler almak içindi bu gidişler. Bu sefer farklıydı. Birşeyler satacaktı.
Heyecanlandı. Karşı koymak istedi ama yapamadı. Endişe ve heyecanla karışık duygular içinde, babasının kendisine nasıl “sütçüüü!” diye bağıracağını anlatışını dinliyordu. Dinliyordu ama o sırada babası bir sis perdesinin arkasında kalmıştı. Çam ağacının altına koşup kitabını açıp hayallerine dalarak o an oradan uzaklaşmak istiyordu.
Ama yapamadı.
Yapmadı.

- Tamam! 
Dedi…

Mobileti ve süt bidonuyla birlikte yola koyuldu. Yolda düşündüğü tek şey nasıl bağıracağıydı. Hatta mobileti sürerken yolda kimselerin olmadığı birkaç sefer bağırma denemesi bile yaptı. İçinde bulunduğu duygulara anlam veremiyordu.
Utanıyor muydu?
Hayır, birşey satmak, para kazanmak ayıp değildi ki, niye utansındı.
Korkuyor muydu?
Hayır, ovada yetişmek, korku duygusuna galip gelmeyi öğretmişti ona.
Peki neydi bu duygu?
Bilemiyordu!
Ama bugünden o güne baktığında, aslında hissettiği şey, belirsizlik endişesiydi, değişimin ve gelişimin ayak sesleriydi. Hayatında hiç yapmadığı, o güne kadar sadece büyük insanların yaptığı birşeyi yapacaktı, satış yapacaktı, para kazanacaktı ve nasıl yapacağını bilmiyordu.

Farkında değildi...
Büyüyordu...

Tatil sitelerinin olduğu deniz kenarı bölgesine geldi. Önüne ilk çıkan siteye baktı ve kapıda akşamüstü yürüyüşüne çıkan birkaç yazlıkçıyı görünce o siteye girmekten vazgeçti. Sonra diğeri ve diğeri derken girişinde kimsenin olmadığı bir siteye girdi ve mobiletin en yavaş gidebileceği hızda sitede dolaşmaya başladı. Etrafta insanlar akşamüstü yürüyüşlerine çıkmıştı. Denizden dönenler, yazlığın parkında oturan insanlar vardı. O ise sesini çıkarmadan mobiletin üzerinde arkasında süt bidonu siteyi turluyordu. Zaman ilerlemeye hava kararmaya başlamıştı. Harekete geçmeli ve bir şekilde süt satmaya başlamalıydı.
Sitedeki turuna başladığı noktaya tekrar geldiği sırada yolda yanından geçen bir adama “Abi, süt satıyorum, almak ister misiniz?” diye sordu. Adam “sağol evlat, sütümüz var” dedi. Adam cevap vermişti. Ona kızmamıştı ya da bir tepki vermemişti. Sadece cevap vermişti. Süt almamıştı ama bu olumlu yaklaşım cesaretlenmesini sağladı. Siteyi turlamaya devam etti, parkın banklarında bir arada oturan üç dört kişiyi fark etti. Mobiletini durdurdu, ayaklığa aldı ve onların yanına gitti. “Teyze, iyi akşamlar, ben süt satıyorum, almak ister misiniz?” diye sordu. Bu sarı kafalı biraz uzun boylu çocuğun sorusu teyzelerin hoşuna gitmiş olacaktı ki ona “o zaman neden seslenmiyorsun sütçü geldi diye ufaklık” diye sordular. Küçük çocuğun içine bu soruyla birlikte bir su serpildi ve kafasında herşey yerine oturmaya başlıyordu. İçindeki endişe yerini güven duygusuna bırakmaya başlamıştı. Demek ki herşeyin bir yolu vardı ve insanlar bunları biliyordu.
İçinden keşke Tom ve Edward’ da burada olsa diye geçirdi birden zaferini kutlamak istercesine.
Sonra kırmızı mobiletiyle tekrar yola koyuldu ve o akşam tüm sütü olmasa da büyük bir kısmını satmayı başarmış bir şekilde muzaffer bir komutan edasıyla çiftliğe döndü.
Akşam başını yastığına koyduğunda o günün hayatında geçirdiği en uzun gün olduğunu düşündü. Hem fiziksel hem de ruhsal olarak o kadar yorulmuştu ki rüya bile görmediği derin bir uykuya dalmıştı.
...
"Hoşgeldin oğlum" diyerek arabanın camını tıklatan babasının sesiyle kendine geldi.
Dalmıştı.
Tatil için İstanbul' dan ayrıldığından beri araba kullanıyordu. Altı saattir yoldaydı ve sabahın ilk ışıklarıyla babasına sürpriz yapmak için çiftliklerine gelmişti. Ancak babası henüz gelmediği için başını direksiyona dayayıp çocukluğuna döndüğü güzel anılarını görmüştü rüyasında.
"Hoşbulduk baba" diyerek arabanın kapısını açtı ve babasına sarıldı.
Babasının omzunun üzerinden güneşin neon ışıkları tıpkı çocukluğunda bu çiftlikte uyandığındaki gibi gözünü almıştı. O kısacık anda aradan geçen bütün yıllar bir film şeridi gibi geçti gözünün önünden.
Küçük çocuk büyümüş mühendis olmuştu. Daha sonra da perakende sektöründe çalışmaya başlayarak bugün başarılı bir yönetici olmuştu.
Şimdilerde ise tecrübelerini gençlere aktararak onlara destek oluyordu.
Mutluydu, hem de çok!

Açıklamalar:
(*): Hikayenin içinde geçen ineklerin isimleriyle aynı isimde olan okuyucularım lütfen alınmasın. Maalesef ki gündelik hayatta hayvanların tür adları insanlara hakaret etmek için kullanıldığı için isminizin bir ineğe verilmiş olmasından rahatsızlık duyabileceğinizi tahmin edebiliyorum. Ancak çocukluğu hayvanlarla geçmiş, en yakın arkadaşları hayvanlar olmuş biri olarak, hayatımın hiçbir evresinde toplumların hayvanlara olan bu yaklaşımını anlayamadım. Çünkü hayvanlar, bitkilerle birlikte yaşamımızı oluşturan ekosistemde görevlerini layığıyla yerine getiren en çalışkan canlılardır benim gözümde. Bu nedenle hayvancılıkla uğraşanlar ailelerinin birer parçası olarak gördükleri için hayvanlarına sevdiği isimleri verirler. Olaya bu açıdan bakarak değerlendirirseniz sevinirim :)

(**): O dönemlerde popüler olan Mobylette adlı motosiklet markasının Türkçe okunuşu. Model olarak bir motosiklet akımını temsil ettiğinden dolayı o tarz motosikletlere genel olarak Türkçe "mobilet" deniyordu.    


  

Bir Perakende Serüveni: 2101

21 Ocak 2101 Cuma. Saat 09:05. Mis gibi kızarmış ekmek kokusuyla uyandı bu sabah Mustafa. Pencereden yüzüne vuran gün ışığına göz...