Yerelleşmeden Globalleşemezsiniz!


Reklamlarda;
Global bir kahve markası kahvehanede Dursun' a çay yerine "neskafe" servis ettiriyor.
Global bir içecek markası ramazan sofrasının başköşesine kuruluyor.
Global bir cips markası Ege'li bir hanım teyzeye "yiyin gari" dedirtiyor.
Neden?
Çünkü globalleşmek yerelleşmekten geçiyor.
Son yıllarda pazarlama dünyasının dilinden düşmeyen bir kavram var: "Dünya Vatandaşı Olmak"!
Peki nasıl dünya vatandaşı olunur? Sahip olduğun değerleri terk edip başka kültürlerin değerlerini benimseyerek mi?
Yoksa...
Sahip olduğun değerleri zaten hali hazırda içinde vatandaşı olduğun dünyaya benimseterek mi?
İlki kolay ve yanlış olanı. Çünkü o zaman dünya vatandaşı değil kültürünü benimsediğin toplumun vatandaşı oluyorsun.
İkincisi zor olanı; yani sahip olduğun değerleri dünyaya kabul ettirmek. Bence doğru olan bu.
Peki nasıl?
Amerika' yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Hali hazırda bunu başaran markalar neler yapıyorsa bunları inceleyip içine kendi değerlerimizi de katarak yapabiliriz bunu.
Dünyanın bir ucundaki Massachusetts' ten çıkan 'Oceanspray Kızılcık Kooperatifi' bütün dünyaya kızılcığın suyundan sosuna her ürününü satabilirken bizim 'Tariş Kooperatif' imiz neden bunu yapamıyor? Doksanlarda Dünya Ticaret Merkezi' nde bile ofisi varken neden şimdi kendi ülkesinde bile satış mağazaları sırayla kapanıyor.
Vizyonsuzluk mu?
Strateji eksikliği mi? 
Adına ne dersek diyelim üzücü hem de çok üzücü!
Ancak güzel şeyler de olmuyor değil. Son günlerde özellikle sosyal medya sayesinde dünyada gündeme gelen bir markamız oldu.
NusrEt...
Evet Nusret hiçbir markayı taklit etmeden aşık olduğu işini yaparak, sabrederek, çalışarak bir marka yarattı. Kendine özgü tavırlarıyla kasaplığa olan tutkusunu görsel bir sanata dönüştürerek dünya çapında bir marka olma yolunda hızla ilerliyor. Yakın zamanda New York, Paris, Londra ve Tokyo şubelerinin açılışını göreceğimize inanıyorum.
Yerel markalarımızın üzerlerindeki rehaveti atarak kendilerine özgü değerlerine sahip çıkarak global pazarlama kurallarına göre yeniden sahneye çıkması gerekiyor.

Çok geç olmadan!

Gizemli Olun: Bilinmeyen Hayranlık Uyandırır!


İşyerinde gizemli olun!
Hangi takımı tuttuğunuz, hangi partiye oy verdiğiniz, hangi müzikleri dinlediğiniz, neye inandığınız ya da inanmadığınız gibi şahsi konularınızı iş hayatına taşımadığınızda göreceksiniz ki ekibinizle daha doğru bir ilişki kuracaksınız.
Çünkü saydığım bu şahsi konular ekibinizde size karşı önyargılı kişiler ya da sempatizan kişiler ortaya çıkarabilir ki bu duygular iş sonuçlarınız bağlamında oluşmadığı için ekibinizi işle ilgili yönlendirmekte zorlanabilirsiniz.
Olaya başka bir açıdan baktığımızda da; gizemli olmak her zaman avantajdır. Çünkü gizem, merak ve ardından da hayranlık uyandırır. Eğer doğru kullanabilirseniz bu hayranlık, ekibinize liderlik etmek için en güçlü yönlerinizden biri olabilir.
Tabi burada gizemli olmayı iletişime kapalı olmakla karıştırmamak lazım. Şahsi konulardan bahsetmeden de gayet başarılı bir iletişim kurulabilir.


Hatta bu konulara girmeden iletişimi kuvvetlendirmeye çalışmak kişisel gelişimimiz açısından da bizi olumlu bir şekilde zorlar ve gelişmemizi sağlar. Kendini geliştiren bir lider ekibini de geliştirir.

Yabancı Dili Doğru Kullanmak!


Hiç yabancı gelmedi değil mi?
Üzücü ama gerçek!
Böyle konuşmayanı yakında plazaların kapısından içeri almayacaklar!
Durum vahim!
Neden bu duruma geldik?
Anlamaya, anlam vermeye çalışıyorum ama bir türlü başaramıyorum. 
Birden çok dil bilmek güzel bir meziyet ama bunları salata gibi karıştırmak niye?
Hem sütlaç hem de pilav yapmayı bilen birinin sütlacı tuzlu pilavı da şekerli yapmasından ne farkı var ki bunun?

Çok dil bilmek yetenek ister ama bunları doğru yerde doğru şekilde kullanmak da beceri gerektiriyor anlaşılan.

Müşterilerinizin Alışveriş Listesinin Ne Kadarını Karşılıyorsunuz?


Satışınızda olan ürün sayısıyla övünmeyi bir kenara bırakın! Müşteriler için onların alışveriş listesini karşıladığınız kadar başarılısınızdır!
Akşam yemeği için tavuk,
Bebeği için süt,
Çocuğuna en sevdiği çikolatayı,
Çamaşırları için her zaman aldığı deterjanı,
Kokusunu en sevdiği deodorantı,
Spor diyeti için yağsız yoğurdu,
almak için gelen müşterinize "maalesef o üründen kalmadı" diyorsanız geriye kalan binlerce ürününüzün o an bir kıymeti kalmıyor ne yazık ki.
Satış; satıcı için "makro", müşteri için "mikro" algılardan oluşan bir sistemdir.
Siz onbinlerce üründen oluşan bir mağaza kurabilirsiniz ama bazen reyonunuzda aradığı bir ürünün bittiğini gören müşteride "size de ne zaman gelsem hiç birşey bulamıyorum" algısını oluşturabilirsiniz.
"Ürün bulunurluğu" perakendecilikte müşterinin markaya bağlılığının en önemli kriterlerinden biridir. 
Bunu aşmanın en doğru yolu sağlıklı bir stok yönetimi sistemi kurmanızdan geçer.

Unutmayın; çocuğuna muhallebi yapmak için evden çıkıp size gelen bir anne için süt, nişasta ve şekerden ibaretsiniz. O anne, alışveriş listesini tamamlarsa "başarılısınız" demektir.

Pazarlamanın Balığı & Satışın Denizi


Ürün ya da hizmet fark etmez eğer bir satış şirketi ya da işletmesiyseniz müşterilerin nabzını yakından takip etmelisiniz.
Bunun için en iyi yol da müşterilerle bire bir iletişim halinde olan satış bölümünde çalışanlarla sıkı bir iletişim halinde olmaktır. Şundan emin olun ki en iyi müşteri araştırması anket sonuçları bile satış bölümünün geribildirimlerinin yanında devede kulak kalır.
"Biz bu ürünü yaptık ya da şöyle bir kampanya yaptık ama satışçılar satamıyor" demek yerine sahadan gelen sıcak haberleri değerlendirip hızlı ve etkili çözümler üretmek her zaman verimli satış grafikleri ortaya çıkaracaktır.
Pazarlama bölümleri tabi ki sadece piyasanın anlık açlığını doyurmamalıdır. Pazarda yeni ihtiyaçlar da yaratmalıdır ancak bu süreç tek taraflı ilerlerse ya mevcut durumun rehavetine kapılıp rakiplerin gerisinde kalınır ya da mevcut pazar için zamanın çok ötesinde ürünler çıkarıp bu ürünlere hazır olmayan pazar tarafından dışlanılır. İşte tam da bu noktada gerekli ayarlar satış ve pazarlama bölümlerinin etkili iletişimi ve koordinasyonuyla sağlanabilir.
Pazarlama tarihine baktığımızda bu konuyla ilgili birçok pazarlama hatası görebiliriz. Hem de dünya devi dediğimiz birçok global şirkette.

Sonuç olarak pazarlamanın ürettiği balık satışın denizinde yüzebilmelidir. Satış denizinin tuz oranını, su sıcaklığını, akıntısını yani ortamını en iyi bilen de o denizdeki satışçılardır. Onlarla irtibatı koparmayalım!

Yöneticinin Rotası


Bir yönetici sadece fiziksel güç sarf ederek maalesef bir yere varamaz!
Yönetici raporlama yapmalı, bu raporları incelemeli ve ekibiyle birlikte analizler yaparak hedefler belirlemeli, bu hedeflere ulaşmak için yol haritaları çıkararak planlama yapmalıdır.
Bu noktada ekibin de bu sürece dahil edilmesi herkesin aynı hedefe yönelmesi için altın kuraldır.
Eğer ekibinizi analiz ve planlama sürecine dahil etmezseniz sadece sizin planladığınız bir hedefi benimsemeyeceklerdir.
Katılımcı yönetim anlayışını benimseyen bir yönetici olursanız sırtınızdaki yükü de hafifletmiş olursunuz. Böylece yeni hedefler için vizyon oluşturmaya ve ekibinizin bakış açısını genişletecek çalışmalara daha fazla vakit ayırabilirsiniz.
Eğer sadece direktifler veren satışına, raporuna hakim olmayan bir yönetici olursanız aslında yönetici değil "idareci" olursunuz ki farkında olmadan başkaları tarafından "idare edilen" birine dönüşebilirsiniz.

Nasıl ki bir kaptan rotasını takip etmediğinde gemisini doğru limana yanaştıramazsa raporlarını analiz etmeyen bir yönetici de ekibini doğru hedefe ulaştıramaz!

Yabancı Dil Mevzusu Tecrübeyi Perdeliyor Mu?


İşe alım kriterlerinin hepsine sahip olup da yabancı dil kriterinden elediğiniz kişiler belki de şirketiniz için gelecekte çok büyük işler başarabilecek kişiler olabilir.
"Aslında aradığımız yetkinliklere sahipsiniz ama yabancı diliniz maalesef 'fluent' değil" diyen bir yaklaşım mı doğrudur yoksa "Yabancı dilinizi geliştirmeniz gerekiyor ama bizim için yetkinlikleriniz ve deneyimleriniz daha önemli" diyen bir yaklaşım mı?
Günümüz iş dünyasında "İngilizce" başta olmak üzere tabii ki ikinci hatta üçüncü, dördüncü bir dil bilmek büyük önem taşımaktadır. Hem içinde bulunduğumuz teknoloji çağında dünyayı takip edebilmek için hem de uluslararası işlerde hızlı iletişim kurabilmek için yabancı dil bilmek insana önemli katkılar sağlar.
Ancak yabancı dil bilmemek de kişinin kariyeri boyunca edindiği tecrübeleri, başarıları ve kazanımları bir çırpıda silip atmamalıdır.
En nihayetinde dil, "öğrenilebilen", tecrübe ise "edinilen" bir olgudur. Bir kursa giderek ya da yurtdışında bir süre yaşayarak bir iş kolundaki tecrübeyi "öğrenemezsiniz".
Günümüzde İK departmanlarının düştüğü en büyük tuzaklardan biri maalesef "yabancı dil" konusu. Oysa ki işe alım yapılan pozisyon için edinilerek elde edilen yetkinliklerin üzerine gidilerek kişinin ilgili pozisyonu yapabilirliği incelenmeli ve uygun aday bu doğrultuda belirlenmelidir.
Zaten bu yetkinliklere sahip olan sorumluluğunun bilincinde bir kişi işinin gerektirdiği "yabancı dil" seviyesine de gelmek için çaba gösterecektir.
İşe alım kriterlerini belirlerken belirli bir önem sırasına göre düzenlemek çok önemli. "İlgili pozisyondaki kişiden ne bekleniyor?" ve "Hangi özelliği ne ölçüde gerekli olacak?" gibi analizlerle iş görüşmesinin yürütülmesi doğru kişinin işe alınmasında önemli rol oynar.

Kısacası eğer bir ağacın gölgesinden faydalanacaksanız gövdesinin kalınlığından çok dallarının yayıldığı alanla ilgilenmelisiniz!

"Özgün Marka" Sadık Müşteri Kazandırır!


Özellikle gıda perakendesinde, sahip olduğumuz "özgün marka ürünler" rakiplerimizde olmadığından, bu ürünleri müşterilerimize sevdirirsek sadık bir müşteri portföyü oluşturmamızı sağlar.
Ülkemizde bu konu ilk başladığı dönemlerde çok da doğru yönetilmedi. Özgün marka ürünler ucuz olsun ve daha çok müşteri çeksin diye ulusal ya da uluslararası muadillerinden daha kalitesiz üretildi ve bu şekilde satıldı. Bu durum da tüketicide bu markalara karşı olumsuz bir algı yarattı. Hatta üzerinde şirketin kendi adının yazılı olduğu ürünlerle ilgili bu olumsuz algı şirketlerin marka değerine bile zarar vermeye başladı.
Ancak özellikle son yıllarda bu tutum değişmeye başladı ve perakende şirketleri özgün markalarını ulusal ya da uluslararası muadilleriyle hemen hemen aynı kalitede hatta bazı firmalar daha kaliteli üretmeye başladılar.
Bu durum aslında Avrupa ve Amerika' daki büyük perakendecilerde uzun zamandır böyleydi. Geç de olsa bizde de bunun farkına varılması önemli bir gelişme olarak gündeme geldi.
Peki özgün markalar neden bu kadar önemli?
Cevabı çok basit: "Sadece sizde var!"
Eğer bu ürünleri müşterilerinize sevdirirseniz artık sadece size gelmeye başlayacaklar ve satışın temel hedeflerinden biri olan "müşteri tutundurma" amacını gerçekleştirmiş olacaksınız!

Bu olguyu otel, restoran, seyahat, tekstil gibi birçok alana da çoklamak mümkün!

Sorunlar: Engel mi, Basamak mı?


Sorunları engel olarak görmekten vazgeçin. İş hayatı tecrübe kazandıkça özgüvenimizin artacağı bir ortamdır.
Sürekli sorunların kenarından geçerek tecrübe kazanamaz aksine geçen zamanla birlikte yerinizde sayarak rekabette gerilerde kalırsınız.

Sorunları bir fırsat olarak görüp sahiplenin, sorumluluk alın. Göreceksiniz ki çözdüğünüz her sorunla birlikte kendinize güveniniz artacak ve yavaş yavaş işinizin ustası olmaya başlayacaksınız. Bu süreç böyle devam ettikçe de danışılan, yardım istenilen bir kişi olacak ve mevcut ünvanınızdan taşarak yeni ünvanınızı kendiliğinden hakedeceksiniz.


Karşımıza çıkan sorunları engel olarak görürsek takılıp düşeriz; basamak olarak görürsek üzerinde yükseliriz.

Müşterilerinizi Dinleyin!


Birçok firma ya da işletme müşteri araştırmalarına, odak gruplarına ve bunun gibi çalışmalara hatırı sayılır miktarda paralar harcamakta ancak yine de şikayetler almaktan kurtulamamaktadırlar.
Bu çalışmaları kim için yaparız?
"Gerçek müşteriler" için!
Ancak gelin görün ki çoğu zaman bu "gerçek" müşterilerimizin söylediklerini görmezden geliriz.
Oysa ki çözüm bütün gün karşılaştığımız, konuştuğumuz bu "gerçek" müşterilerde gizli.
Maalesef gün içinde bize şikayetle gelen ya da derdini anlatan müşterilere karşı genelde önyargıyla yaklaşır ve "bunca işin arasında bir de bunları dinle" ya da "bu millete de hiçbirşeyi beğendiremezsin zaten" gibi bir yaklaşımda bulunulur. Oysa ki tam da bu noktada bakış açımızı değiştirip bize anlatılanlara çözüm odaklı yaklaşsak ve o sırada kendimizi tam da karşımızdaki kişinin yerine koysak birçok sorunla ilgili çözümler bulabiliriz.

Derdini anlatan müşteri markanıza değer veren müşteridir!
Onları cankulağıyla dinleyin ve sorunlarına anlık değil kalıcı çözümler bulun. Çünkü bu çözümler hem size işinizle ilgili tecrübeler kazandıracak hem de olası müşteri şikayetlerini önleyecektir.

Yönetim Zaafiyeti Ekibinizin Dengelerini Bozar!


Ekip üyeleri arasındaki güç dengelerini yönetmek bir yöneticinin temel görevlerindendir.
Ekip üyeleri doğal olarak farklı kişilik özelliklerine sahiptir. Yönetici bu durumu göz önünde bulundurarak hareket etmeli ve kendini buna göre konumlandırmalıdır.
Eğer yönetici bir ekip üyesinin hatalarını diğerlerini rahatsız etmesine karşın görmezden geliyorsa ve sorunlar çıktığında "çözmek" yerine "idare edip geçiştiriyorsa" bu durum zamanla ekibi oluşturanlar arasında rahatsızlıklara sebep olur ve iş sonuçları olumsuz etkilenmeye başlar.
Sırtını birkaç çalışma arkadaşına yaslayan bir yönetici, şundan emin olsun ki, güzel günlerin sonu yakındır.
Çünkü zaman geçtikçe sırtını yasladığı kişiler, diğer ekip üyelerini ezmeye, onların yöneticisiymiş gibi davranmaya, sizin söylemediğiniz şeyleri sizin adınıza söyleyip uygulamaya başlarlar. 
Bunları görmezden gelmek yönetim zaafiyetidir ve işini düzgün yapan ekip üyelerini küstürür. Bunun sonucunda iş sonuçlarınızın kötüye gitmesi kaçınılmazdır.


Yönetim zaafiyeti ekibinizde tüm dengelerin bozulmasına yol açar. Etkili bir yönetici ekip arkadaşlarına eşit mesafede durarak verimli iş sonuçları çıkarmalıdır.

Ekibinizdeki herkesten gelen geribildirimleri ciddiye alın ve değerlendirin, anlaşmazlıkları çözme işini geçiştirmeyin, çözüm bulun!

İdareci vs Yönetici


Fırsatları görmek sadece satış ve pazarlama için geçerli değildir. Şirketleri ileri taşıyacak fırsatlar yönetimsel faaliyetlerle de yaratılır.

İş süreçleriyle ilgili sorunlarını ya da fikirlerini paylaşan çalışanların paylaştıklarından emin olun büyük fırsatlar doğar. Çünkü farklı bir bakış açısı, zengin çözüm kaynakları bulmanızı ya da öngöremediğiniz bir fırsatı yakalamanızı sağlar.

Ancak genelde bu tarz çalışanlara "bakalım yine ne icatlar çıkaracak?" gözüyle bakılır, söyledikleri ilgiyle dinleniyormuş gibi yapılır ve işinin başına gönderilir.
Gerçek bir yönetici bu kişilerin geribildirimlerinden sonuna kadar faydalanarak süreç iyileştirme yoluna giderken "idareci" tipinde bir yönetici bu kişileri geçiştirerek ya da söylediklerini öteleyerek işten soğumalarına neden olur.


Sorunlarını dürüstçe dile getiren çalışanına "Bu sorunlar her şirkette var" diyen "idareci" değil "Bu sorunları çözmekte bizim için büyük fırsatlar var" diyen "yönetici" olmak tüm iş sonuçlarına olumlu etki eder.

Herşey süreçleri nasıl değerlendirdiğinizle ve yönettiğinizle ilgilidir!

Modern Zamanlar ve İlkel Yaklaşımlar


  • "Yarın patronun misafirleri varmış, bütün izinler iptal" --> "Oğlum yarın seninle parka gidemiyoruz, baban sana oyuncak almak için para kazanmaya gidecek"
  • "Pazar günü Asya Direktörümüz gelecek o yüzden tüm şubelerde gece çalışması yapacağız" --> "Canım yarın akşam annenlere yemeğe gidemiyoruz, işte mesaiye kalacakmışız, şimdi telefonda söylediler"
  • "Genel müdürün eşinin arkadaşı dün X şubemizden alışveriş yapmış, şubeyi hiç beğenmemiş, hemen yöneticisini değiştirin" --> "Kızım, beni X şehrine tayin ettiler, biliyorum okulunu çok seviyorsun ama taşınmamız gerekiyor"
Memurluk, güvenlik görevlisi, sağlık görevlisi gibi beklenmedik olaylar üzerinde çalışılan meslekler dışında kalan tüm mesleklerde yukarıda birkaç örneğini verdiğim durumlar maalesef çok sık yaşanıyor.
Bu örneklerin kat kat fazlasını duymuş, görmüş ya da yaşamışsınızdır. Yazıktır ki bu tutum sadece "kraldan çok kralcı" yönetim anlayışına sahip şirketlerde ya da işletmelerde değil global şirketlerde de görülüyor.
Oysa ki basitmiş gibi görünen kararlar zincirleme olarak birçok kişinin hayatını etkiler ve mutsuz çalışanlardan verimli iş sonuçları bekleyemezsiniz.
Çalışanlarının özel ve kişisel zamanlarına saygı gösteren şirketler mutlu çalışanlara, verimli iş sonuçlarına sahip olurlar ve işler zaten iyi gittiği için de herhangi ani bir olayda her zaman her duruma hazırlıklı olurlar.

Kölelik devri çoktan bitti. Zorla iş yapan değil işini severek yapan ekipler kısa zamanda daha iyi işler çıkarır.

Egonuzu Yönetin!


İnsanız!
Egolarımız var, sürekli okşanmak isteyen bir gururumuz var. Elimizde olmadan iltifatlara, övgü sözlerine kaptırıveririz kendimizi bazen. Eksiğimizi, yanlışımızı söyleyenlere de ya dışımızdan tepki veririz ya da içten içe bileniriz.
Oysa ki yüzümüze karşı gerçek düşüncelerini söyleyenlerden alacağımız çok ders var. Çünkü dürüst insandan korkmaya gerek yoktur. Ama sizi sürekli pohpohlayandan korkmalısınız!
Çünkü sizi ne zaman zor durumda bırakacağını bilemezsiniz! Bazen bu öyle bir durum olur ki işinizden bile olabilirsiniz!

O yüzden herkese eşit mesafede durmak ve olumlu ya da olumsuz gelen her tepkiyi değerlendirmek bu tarz durumlara düşmemizi engelleyecektir.

"Kuşak" Meselesi


Pırıl pırıl gençleri "Y-Kuşağı şöyle, Y-Kuşağı böyle" diyerek sanki yeni bir canlı türüymüş gibi genelleyerek yabancılaştırmak büyük bir hatadır! 
Bunu gördükten sonra "Z-Kuşağı" için daha da endişeleniyorum.
Bugünlerde gazetelerde çıkan,
"Z-Kuşağı geliyor"
"Şirketler Z-Kuşağına hazır mısınız?"
"Bunlar Y-Kuşağından daha talepkar"
ve benzeri haberleri okudukça endişeleniyorum.
Çünkü çok değil yedi sekiz yıl önce aynı haberler Y-Kuşağı için de yapılmıştı.
Kuşak (nesil) kavramı insanlık varolduğundan beri var. Çünkü insanoğlu sürekli keşfeden ve kendini geliştiren bir varlık. Yeni gelen her kuşak doğal olarak yeni davranış biçimleri ve yaşam şekilleriyle bir önceki kuşağa göre farklı olacaktır. Ancak burada temel bir olgu gözden kaçırılıyor; kuşaklar farklı olabilir ama tür aynı yani "insan". Alışkanlıklar, davranışlar değişir ama içgüdülerimiz, hayatta kalma motivasyonumuz gibi temel insani duygularımız aynıdır. Bu nedenle şirketlerle bu gençleri birbirini yeni keşfetmiş iki canlı türü gibi yansıtmak yerine asıl çözüm bu gençleri okul çağında iş hayatına hazırlamaktır. 
Eğer bu başarılamıyorsa çözüm, şirketlerin eğitim departmanlarının yeni katılan gençlere "göstermelik" değil sağlam bir oryantasyon süreci kurgulamalarıdır.
Bu noktada da en büyük görev İK departmanlarının şirketlerdeki tecrübeli çalışanlarla birlikte el ele vererek "deneyim aktarımı"na dayalı bir süreç oluşturmasından geçiyor.
Ama maalesef birçok eğitimci bu konuyu işlerken "eski kuşak şöyleydi ama siz böylesiniz, onlar köle gibi çalışmayı seçtiler ama siz özgür ruhlusunuz, şirketler size göre evrilmek zorunda" gibi yapıcılığı bir kenara bırakın mevcut durumu daha da kötüye götüren, şirketleri ve yeni kuşağı kendilerine mahkummuş hissi veren mesajlarla bir kaosa sürüklüyorlar.

Değerli İK' cı arkadaşlar, şirketinizin yapısını sizden daha iyi hiçbir danışman ya da eğitmen anlayamaz. Danışman ya da eğitmenler "destek" almak içindir, çalışanlarınızı yönlendirmek için değil. Sizin en büyük kaynağınız mevcut tecrübeli çalışanlarınızdır. Lütfen bu değerli kaynağı küçümsemeyin. Çünkü gençlerin en büyük ihtiyacı hangi kuşağa ait olduklarını öğrenmekten çok iş hayatına nasıl uyum sağlayacaklarını öğrenmektir!

Doğaya Borcumuz Var!


Geri dönüştürülmüş her ton kağıt, 17 ağacın kesilmesini önlüyor!

Şimdi bu bilgiyi aklımızda tutalım ve düşünmeye başlayalım.
İş hayatında gün içinde umarsızca herşeyin çıktısını alıp, hatta bazen bir göz atıp çöpe attığımız onlarca yüzlerce sayfa kağıdı bir düşünün. Günlük koşuşturmaca içinde farkında değiliz belki ama kullandığımız her kağıt içinde yaşadığımız gezegenin akciğerlerine indirdiğimiz bir balta darbesi demektir.

Peki bu durumu bir şekilde tersine döndürmek ya da yavaşlatmak nasıl mümkün olacak?

Günümüzde artık birçok şirket bu konunun önemini kavrayarak "geri dönüşüm" kutuları sayesinde kağıtların çöpe gitmesini engellemektedir. Ancak bu durumda bile kağıtlar bu kutulara gitmeden önce de hala almamız gereken bazı önlemler, edinmemiz gereken bazı alışkanlıklar olduğunu düşünüyorum.

Kağıtların geri dönüşüm kutularına gitmeden önce de belirli aşamalarda kağıt israfını önlemede faydası olacağını düşündüğüm bazı basit çözüm önerilerini şöyle sıralayabilirim:


  • İçerik Oluşturma Aşaması: Öncelikle fazla kağıt harcamamak için sorunun kaynağında ilk önlemi almalıyız. Kağıda çıktısını alacağımız bilgileri daha bilgisayar ortamında oluştururken minimum alanda maksimum veriyi sığdırabileceğimiz şekilde hazırlamalıyız. Örneğin; bir e-postayı yazarken boş satırlardan kaçınmalıyız. Yazımızı mümkün olduğunca sık ve dolgun yazmalıyız ki mümkün olan minimum miktarda kağıt harcansın. Bazen bıraktığımız bu gereksiz boşluklar nedeniyle yazının çıktısını alırken bir satır için ekstra bir sayfa daha harcadığımıza şahit olmuşsunuzdur. Eğer o gereksiz boşluklar olmasa o bir satırlık sayfa çıkmamış olur.
  • Yazıcı Ayarları: Yazıcı ayarlarımızı "maksimum uzunluk" ve "maksimum genişlik" şeklinde ayarlayarak ve "çift taraflı yazdırma" seçeneğini seçerek hem kağıdın her iki yüzünü de kullanmış oluruz hem de bu yüzlerde maksimum alanı kullanmış oluruz. Sadece yazıcı ayarlarımızı bu şekilde ayarlayarak bile kağıt harcamamızı anında yüzde elli azaltmış oluruz.
  • Müsvedde Kağıtların Değerlendirilmesi: Kağıt israfını önlemenin bir diğer yolu da "müsvedde" dediğimiz kullanılmış kağıtların değerlendirilmesidir. Bazı çıktıların çift taraflı alınmaları yazının içeriği dolayısıyla mümkün olmayabilir. Böyle durumlarda sadece tek tarafı kullanılmış müsvedde kağıtlarımız birikir de birikir. Bir sabah bir temizlik görevlisinin bunları kucaklayıp çöpe attığını bile görebilirsiniz. İşte bu aşamada müsvedde kağıtların arka yüzlerinin de kullanımının bir alışkanlık haline gelmesi çok önemlidir. Hatta bu müsvedde kağıtlarını sekize bölerek küçük not kağıtları elde ederek de yeniden kullanabilirsiniz.
  • Geri Dönüşümün Sahiplenilmesi: Geri dönüşüm fikri etik bir kurum kültürü haline gelmediği sürece maalesef verimli sonuçlar elde edemeyiz. Şirket çalışanlarının özellikle temizlik görevlilerinin bu bilince sahip olması için çalışanların şirkete girdikleri andan itibaren bu kültürü benimsemeleri sağlanmalıdır. Bir çalışanın bu konuda eğitim alması kadar hatta ondan daha etkili olan durum; çalışanın müdürün masasında müsvedde kağıtlarından yapılmış not kağıtları kullandığını görmesi olacaktır.  

Kısacası basit ama uygulayıcı sayısı artarsa etkisi büyük olabilecek bu tarz çözümlerle hem doğaya verdiğimiz zararı en aza indirgemiş oluruz hem de maliyetlerimizi düşürmüş oluruz.
Ama en önemlisi, insanoğlu olarak yaşadığımız gezegenin kaynaklarını hesapsızca tüketirken ona olan vefa borcumuzu bir nebze de olsa ödemiş oluruz.
Çünkü...
Doğaya borcumuz var!

Esen Kalın!

"Unuttum!!!"


Gün içinde size sorulan kaç işle ilgili "unuttum" diyorsunuz?
Bu sayı, çalışma arkadaşlarınızdan serzeniş ya da tepki almaya başladığınız bir dereceye ulaşmışsa sorumluluk alma ve takip etme konusunda kendinizi değerlendirmelisiniz. 

Bu noktada iki seçeneğiniz vardır; ya bu konunun üzerine gidip kendinizi bu yönde geliştirmelisiniz ki bu oldukça mümkündür ya da fazla sorumluluk ve takip gerektirmeyen rutin bir iş bulmalısınız. Çünkü kendinizi huzurlu hissetmediğiniz bir işte çalışmak verimliliğinizi öldürür. 

Güvenli Satış/Hizmet Mesafesi


Müşteriye, siz yokmuşsunuz gibi rahat hareket edebileceği ama başını kaldırıp bir yetkili aradığında da bir göz temasıyla sizi görebileceği mesafede olmalısınız!
Güvenli satış/hizmet mesafesi!
Önemli bir konu. Misafirperver bir toplum olduğumuzu söylüyoruz ama bu konuyu bir türlü rayına oturtamıyoruz.
Alışveriş yapmaya bir mağazaya ya da yemek yemek için bir restorana gittiğinizde satış sorumlusu ya da garson ya "kişisel alan"ınızın içinden ayrılmayıp keyfinizi kaçırır ya da kendi dünyasındaki alanında sizi hiç görmez ona ulaşamazsınız, yine keyfinizi kaçırır.
Aslında satış yapan / hizmet veren olarak yapmamız gereken "görünür görünmez adam" olmak. Yani müşteriyi rahatsız etmeyecek bir noktada müşterinin ihtiyacı olduğu anda yardımcı olabilecek dikkatle işimize odaklanmak. Bu da müşterileri rahatsız etmeden sürekli bir göz taramasıyla mümkün olur. 
Emin olun bir müşteri, ihtiyacı olduğunda sadece göz temasıyla çağırabildiği satış görevlisi / garson olan mekanlarda daha keyifli vakit geçirir.

Hepimiz günümüzün belirli anlarında bir yerin müşterisi olup bunları yaşıyoruz. O yüzden biz müşteri olarak gittiğimiz bir mekandan ne bekliyorsak müşterilerimize de öyle davranmalıyız.

İK: İş Hayatının Can Damarı


Doğru kişiyi doğru göreve almak!
Bir işe alımcının temel görevi ve zor bir iş. Çünkü "malzemesi" insan. Yani en değişken ve anlaşılması en zor varlık.
Bu konuyu açıklamak için doğaya bakmak yeterli.
Elmasın işlenmeden önceki halini bilirsiniz. Uzmanı olmayan birisi elmas olduğunu anlayamaz bile. 
Buna karşın doğadaki en zehirli mantarlar da genelde dış görünüşü en güzel olanlardan çıkar.
Bir işe alımcının işinin zorluğu işte tam da bu noktada başlıyor. Yani işe alım görüşmesi yaptığı kişiyi öyle iyi analiz etmeli ki işe alımdan sonra karşısına elmas mı çıkacak ya da zehirli bir mantar mı çıkacak bunu o sırada anlayabilmeli.

Değerli işe alımcı arkadaşlarım, iş hayatının can damarısınız. İşe alım, kan nakli gibidir. Doğru kanı doğru vücuda vermek gibi önemli doğru kişiyi doğru göreve almak!
İşiniz çok zor ama çok değerli. 

Geribildirim Kişiye Özeldir!


İşyerinde ekibinizden biri yine verdiğiniz bir görevi yanlış yaptı ve bu durum ekip arkadaşlarının da olduğu bir toplantıda ortaya çıktı. Nasıl davranırsınız? Temel olarak şu şekilde iki seçeneğiniz var:
1- "Yine mi yanlış yaptın arkadaşım? Bu kaçıncı ama artık yeter! Bıktım senin bu hatalarından!"
2- "Evet arkadaşlar bir diğer konuya geçelim mi? Hepimiz hata yapmıyor muyuz? Biz toplantıdan sonra X Bey/Hanım' la bu konuyu çözeriz."
Bu davranış biçimlerinden ilki hiçbir şekilde yapıcı değildir aksine karşınızdaki kişide korku ya da nefret duygularını harekete geçirir ve daha çok hata yapmasına sebep olur.
İkinci tutum ise yapılan hatanın herkese özgü olabileceği ve toplantıda üzerinde durulmasına gerek olmayacak kadar küçük olduğu hissini uyandırır ve hatayı yapan kişiyi rahatlatır. Geribildirime zemin hazırlar.

Böyle bir durumda yapılacak en güzel şey ikinci tutumu sergileyip toplantı bittikten sonra bire bir geribildirim alıp vermek olacaktır.

"Wunderlist": Ekip Çalışması İçin Faydalı Bir Uygulama


Wunderlist...
Çok kullanışlı bir "sanal not defteri" uygulaması. 
İster kendi notlarınız için isterseniz de ekibinizle birlikte kullanabileceğiniz bu not defteri uygulamasıyla iş takibi yapmak çok kolay oluyor. Aklınıza gelen notları bu deftere aldığınızda sizin eklediğiniz diğer kişi(ler) de görebiliyor ve not aldığınız işi kim tamamlarsa yanına bir "tik" atıyor ve tüm kullanıcılarda senkronize oluyor.
Ayrıca uygulamanın pc, cep telefonu ve tablet arasında senkronize olma özelliği sayesinde notlarınıza istediğiniz yerden ulaşma imkanınız büyük rahatlık.
Hem hayatı kolaylaştıran hem de kağıt israfını önlediği için çevreye de faydalı bu uygulamayı ekip çalışması yapan tüm takipçilerime öneririm.
Teknoloji bizi kullanmasın, biz teknolojiyi kullanalım!
Uygulamayı buradan indirebilirsiniz.

"Komşunu Sev Ama Aradaki Bahçe Duvarını Kaldırma"


İş hayatı için de yüzde yüz geçerli olduğunu düşündüğüm, çok sevdiğim bir söz.
Bazen "Ben galiba buradaki arkadaşlarla çok samimi oldum, dengeyi kaçırdım. Artık bu durumu geriye de çeviremem. Acaba bölümümü mü değiştirsem. Yeni geçtiğim bölümde herşeye sil baştan başlarım" diye düşündüğümüz olur.
Aslında değişmesi gereken şey bölümümüz değil düşünce şeklimizdir. Çünkü kendimizi değiştirmediğimiz sürece defalarca bölüm de değiştirsek hatta işimizi bile değiştirsek sonuç hep aynı olur.
Bu nedenle (ast üst farketmez) çalışma arkadaşlarımızla işin işleyişini etkileyecek derecede ilişkiler kurmamalıyız. Çünkü karşımızdaki kişinin bunu ne derece anlayabileceğini bilemeyiz.
"Ne alakası var, ben samimi olarak da bütün işleyişi mükemmel bir şekilde götürüyorum" diyen varsa istisnadır. Kendisinden bu konuda öğütler almak isterim.

Annesinin Prensesi & Babasının Aslanı




İş hayatına yeni başlayan gençlerin karşılaştıkları en büyük zorluklardan biri de egolarıyla başa çıkmak zorunda kalmalarıdır. Bu durumun en büyük sorumlusu maalesef ebeveynlerdir.

Çocuklar doğdukları andan itibaren aileleri tarafından yüklenen belirli misyonlarla büyürler. Bu misyonlar ya anne babanın çocukluk ve gençlik yıllarında olmak isteyip de olamadıkları, yapmak isteyip de yapamadıkları, sahip olmak isteyip de olamadıklarıdır ya da anne babanın korumacı içgüdüleri altında "yegane" olduklarına inanmalarını sağlayan belirli "güç" simgeleridir.

"Prenses Kızım" ve "Aslan Oğlum" gibi örneklerine sık rastladığımız bu güç simgeleri çocuğun gelişim döneminde kendisinin eşsiz ve yenilmez olduğuna inanmasını sağlayarak zorluklarla başa çıkma yeteneğini köreltir. Çocuğun gerçeklerle karşılaştığı ilk ortam evden ayrı zaman geçirmeye başladığı ilk yer olan okul dönemi olur. Bu süreç 10-15 yıl öncesine kadar bir nebze de olsa öğretmene verilen "eti senin kemiği benim" payesi sayesinde çocuğun kendi ayakları üzerinde durmaya başlaması için bir gelişim dönemi ise de günümüzde maalesef ebeveynlerin öğretmenler üzerindeki baskısının artması ve (üzücü ama gerçek) öğretmenlik mesleğinin itibarının zayıflatılması nedeniyle eskisi kadar etkili değildir. Çünkü yeni nesil ebeveynlere göre çocuk başarısızsa, mutsuzsa, huysuzsa sorumlusu öğretmen olarak görülüp öğretmene "gereğinin yapılması" için okul yönetimine veliler tarafından baskı yapılıyor.
"Müdür Bey, okulunuza çuvalla para veriyoruz, matematik öğretmeni çok zor ödevler veriyor ve prensesimizin / aslanımızın kendini başarısız hissetmesine sebep oluyor, olmaz ki böyle şey, gereği yapılsın!"
"Müdür Bey, okulunuza çuvalla para veriyoruz, fizik öğretmeni derste biraz(!) gürültü yaptı diye sınıfın ortasında prensesimizi / aslanımızı azarlıyor, olmaz ki böyle şey, gereği yapılsın!"
diyerek bir bireyin geleceğini bakın nasıl olumsuz etkiliyorlar.

"Prenses / Aslan" iş hayatına atılana kadar bu korumacı tavır, bireyde oluşması gereken özgüven ve sorumluluk yetkinlikleri yerine kibir ve tembellik olgularının ortaya çıkmasına neden oluyor. O güne kadar randevularına geç kaldığında ailesi tarafından "bizim kız da keyfine pek düşkündür, bir saatte çıkamaz evden" ya da "bizim hayta da uyumayı pek sever, öğlene kadar yatar" diyerek kişi için normalleştirilen bir tavır, zamanlama ve insanlara karşı saygı ifadesi anlamına geldiği iş hayatında karşısına çıktığında hatta bir de bu konuda uyarı aldığında "prenses / aslan"da anlam veremediği bir tepkiye neden oluyor.

Verdiği sözü tutmamanın "bizim oğlan da çok unutkandır" diyerek, sorumsuzluğun "prensesim okusun yeter, odasını ben toplarım" diyerek normalleştirilmesi, oyuncaklarını paylaşmamasının "bizim aslanın da malı pek kıymetlidir" diyerek, her yaptığı işi yarım bırakmasının "bizim kız da pek maymun iştahlı" diyerek normalleştirilmesi bu bireylerin karşısına iş hayatında "Sorumluluk", "Takım Çalışması", "Sonuç Odaklılık", "Ekibini Yönetme", "Delegasyon", "Görevi Devretme", "Zaman Yönetimi" gibi kavramlarla çıktığında bireyin alt üst olmasına adeta bir duvara çarpmasına neden oluyor.

Bu nedenle hem bu yazıyı okuyan ebeveynlere hem de iş hayatına atılan genç arkadaşlara söyleyeceğim şudur:
"İş hayatında prensesler ve aslanlar çalışmaz, bireyler çalışır. Eğer başarıya ulaşmak istiyorsanız özgüvenli ve sorumlu bireyler olmak için çaba sarfetmeli kendinizi bu yönde geliştirmelisiniz."

Toplantılar...


Bir işyerinde sadece işler kötü gittiğinde toplantılar yapılıyorsa o firmanın ömrü uzun olmaz.
Toplantı, durum değerlendirmesi ve hedef belirlenen bir araya gelme anlarıdır. Saatlerce sürmemeli, belirli yazılı kararlar alınmalı ve gerçekleştirme süreleri tespit edilmelidir.
Sadece kötü giden işlerin neden kötüye gittiği değil iyi giden işlerin de daha iyi nasıl olabileceği toplantılarda konuşulmalıdır. Bazen sadece durum değerlendirmek için de toplantı yapılabilir.
Toplantılarda suçlu aramak yerine çözüm ararsak ekip olarak hatalarımızı daha rahat dile getirir ve çözüm yolu aramak için özgüvenimizi arttırırız.

Eleman Matematik Terimidir!



İşyerinde birbirimize hitap şeklimiz önemlidir!
"Eleman" matematikte kümeye ait varlıklardan her birine verilen addır. Birlikte çalıştığımız insanlar ise ekip veya çalışma arkadaşlarımızdır.
Çalışma arkadaşlarımıza hitap şeklimiz kişiliğimizin aynasıdır. Ayrıca karşımızdaki kişiye ne anlam yüklediğimizin de göstergesidir. "Eleman" diye bahsettiğiniz birinden işinde sorumluluk sahibi olmasını, görevlerini başarılı bir şekilde yerine getirmesini bekleyemezsiniz.
Karşınızdaki kişinin sorumluluk alma cesareti sizin ona verdiğiniz değerle, yüklediğiniz anlamla orantılıdır. "Hanım" ve "Bey" kaç yaşında olursa olsun işyerinde herkesle eşit ve saygılı bir iletişim kurmak için en güzel hitap şeklidir. Özellikle genç çalışma arkadaşlarımıza ilk başta garip gelse de emin olun zamanla kendilerine olan güvenleri artacak ve sorumluluk alarak kendilerini geliştireceklerdir.

Müşteriler Ne İster?


"Müşteriler ne ister?"
Dünyaya geldiğimiz andan itibaren müşteriyiz!
Satın aldığımız ilk ürün "anne sütü", kullandığımız ilk para birimi ise "ağlamak"tı!
Yani doğduğumuzdan beri müşteriyiz aslında. Bu nedenle "müşteriler ne ister?" diye kafa yormaya çok da gerek yok. Müşteriler biz yıllardır ne istiyorsak onu ister: İLGİ!
Satış işinde çalışanların diğer meslek kollarına göre en büyük avantajları doğdukları andan itibaren "müşteri" olarak staj yapmalarıdır. Eğer bir satışçı iyi bir gözlemciyse bu avantajı en iyi şekilde değerlendirip başarılı bir kariyere sahip olabilir. Tek yapması gereken bugüne kadar bir müşteri olarak ne bekliyorsa bundan sonra müşterilerine aynı şekilde yaklaşmasıdır.

Bir Perakende Serüveni: 2101

21 Ocak 2101 Cuma. Saat 09:05. Mis gibi kızarmış ekmek kokusuyla uyandı bu sabah Mustafa. Pencereden yüzüne vuran gün ışığına göz...